ÖZEL HABER | İşte Abdullah Öcalan’ın PKK’ya gönderdiği mektup: “Doğrusunu biz ortaya koyacağız”
PKK lideri Abdullah Öcalan, PKK’nın 12. Kongresi’ne iki farklı mesaj gönderdi. Öcalan’ın gönderdiği ilk metin 35 sayfadan oluşuyor ve 25 Nisan 2025 tarihini taşıyor. 15 sayfası kadın ve toplumsal cinsiyet konusuna ayrılan bu metin, kongrenin açılışında delegelere okundu. Örgütün feshi, barış süreci ve ideolojik dönüşüm konularında radikal değişiklikler öneren Öcalan’ın bu mektubuna Medyascope ulaştı.
Abdullah Öcalan, PKK’nin 12. Kongresi’ne gönderdiği 27 Nisan 2025 tarihli perspektif metninde, “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” başlığı altında örgütün geleceğine ilişkin köklü dönüşüm önerilerini sıraladı.
Öcalan, Devlet Bahçeli’nin DEM Parti heyetine yaptığı barış çağrısını tarihi bir dönüm noktası olarak değerlendirdi. “Bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli, ‘Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönemi başlatmak istiyorum’ diyor. Bu bana göre Barış ve Demokratik Toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir” diye belirtti.
“Ancak savaşanlar barışabilir” ilkesini savunan Öcalan, “İkincil üçüncü güçler değil de ara güçler müttefikler değil de bizzat savaşın sorumluluğunu taşıyanlar ancak barışın sorumluluğunu üstlenebilir” ifadelerini kullandı.
Öcalan, PKK’nin feshi konusunun altı aydır ele alındığını belirterek sürecin detaylarını açıkladı:
“Fesih meselesi bizim için yeni bir gündem değil. Bu kongre epey bir zaman da alabilir. Sorun tek başına fesih de değildir. Köklü bir kişilik ve zihniyet dönüşümünden bahsediyoruz. Bunun için herhalde birkaç ay gerekiyor.”
Devletin konuyu hemen silahsızlanma olarak lanse etmek istediğini belirten Öcalan, “Bunun böyle konulması doğru değil. Doğrusunu biz ortaya koyacağız” dedi.
Öcalan, metninde Marksizm’e en köklü eleştirisini yönelterek PKK’ye alternatif teoriler sundu:
“Tarihsel materyalizm sınıf savaşı yerine ‘komünü’ ikame etmeli. Marksizm’i gözden geçirmeyi bu kavram yerine gerçekleştirmeyi daha doğru buluyorum. Tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir.”
Marx’ın kişisel yaşamını da eleştiren Öcalan, “Marks dahil, adam karısıyla yaşamak için elbisesini satıyor. ‘Bu kitabı yazayım da gelir getirsin bu evliliği kurtarayım’ diyor. Böyle Marksizm mi olur?” diye sordu.
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Öcalan mesajinda, moderniteyi “Mahşerin Üç Atlısı” olarak tanımladı: Kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizm.
Bu üçlüye karşı “Demokratik Modernite” alternatifini önerdi:
“Modernite durdurulamaz ve böyle devam ederse gezegenin 50 yıllık bir ömrü kalmış. Distopik bir şey olarak değil gerçek bir mahşeri sondan bahsediyorum” uyarısında bulundu.
Öcalan, toplumsal sorunsallığın temelini kadın-erkek çatışmasına dayandırdı ve bu konuda kapsamlı analiz sundu:
“Esas sorunsallık toplumda eril dişil öğenin çatışmasıyla başlıyor. Sınıfsallıktan doğmuyor. Kadın erkek ilişkilerinden doğuyor. Marx buna sınıf ayrımına dayalı çatışma teorisi, bu reel sosyalizmin çöküşünün ana nedenidir.”
Gılgamış Destanı’ndan örnekler vererek erkek egemenliğinin tarihsel sürecini anlatan Öcalan, “Sosyalizm kadının özgürleşmesinden geçer” tezini savundu.
“52 yıl 1 ay 4 gün önce ‘Kürdistan Sömürgedir’ diyerek yola çıktım. Bunu dile getirdiğim zaman bayıldım” diyen Öcalan, PKK’nin geldiği noktayı şöyle özetledi:
“PKK Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin varlığını hem kanıtladı hem de yenilmez kıldı. Özgürlük çözümü başarıldı mı? Hayır. Kürt varlığı kanıtlandı, ideolojik örgütsel bilince kavuştu fakat özgürleşme adımında tıkanma yaşandı.”
Öcalan, mevcut Kürt gerçekliğini, Nazi döneminde soykırıma yardım eden Yahudi komitelerine benzetme yaparak “Judenrat gerçekliği” olarak tanımladı:
“Sömürgecilik ötesi dediğim bu Kürt gerçekliğidir. En benim diyen aileler Barzaniler, Bedirxaniler, hatta Şeyh Sait’in geride kalan bazı torunları Judenratlaşmışlardır. Ailelerini kurtarmak için Kürtlüğü imhaya götürüyorlar.”
Öcalan, mesajının ilgili bölümünde şunları PKK’ye şunları aktardı:
“Malazgirt savaşı da Hemedan’a dayalı yürütülüyor. Alparslan bir Kürt emirliği olarak savaşıyor. Bu da yeni tarih anlayışının bir ipucudur. Alparslan bir Türk emiri olmaktan çok bir Kürt emiridir.”
Osmanlı tarihinden Kurtuluş Savaşı’na kadar Kürt katılımını detaylandıran Öcalan, “Kurtuluş savaşının Kürt-Türk ittifakıyla kazanıldığı inkara gelmez bir hakikattir” dedi.
Öcalan, PKK için gelecek dönemi şu şekilde tanımladı:
“Bizim yeni dönem perspektifimiz demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalizm temelinde toplumun yeniden inşasıdır. Ulus devlet fikrini de, hedefini de ters yüz ettik. Bunun yerine demokratik ulus dedik.”
Son çağrılarını “Barış ve Demokratik Toplum” olarak tanımlayan Öcalan, bu sürecin bölgesel etkilerini şöyle açıkladı:
“Burada ulaşılacak bir başarı Suriye, İran ve Irak’a da yansıyacaktır. Türkiye Cumhuriyeti için de hem kendisini yenileme, demokrasiyle taçlanma hem de bölgede öncülük yapma şansı oluşacaktır.”
Öcalan, sürecin enternasyonal boyutuna da değinerek, “Bu çözüm aynı zamanda yeni bir enternasyonali de gerektiriyor. Dostlarla, ertelemeden bir enternasyonal çalışması başlatmak doğru ve tarihi bir adım olacaktır” çağrısında bulundu.
Metinde kişisel hesaplaşmalara da yer veren Öcalan, “50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de Önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi anlamamak, özgür Kürt’ü, Kürdistan’ı anlamamak demektir” ifadelerini kullandı.
Sürecin karşıtları hakkında ise, “Süreç karşıtlarının hiçbir değer ifade etmediğini belirtebilirim. Yenik düşeceklerdir” değerlendirmesinde bulundu.
27 Nisan 2025 tarihiyle imzalanan metin, PKK tarihinin en kapsamlı ideolojik ve stratejik dönüşüm önerilerini içeriyor ve örgütün geleceğine yönelik radikal değişikliklerin habercisi niteliğinde görülüyor.
Abdullah Öcalan’ın 12. PKK Kongresi’ne gönderdiği birinci mektubu yayımlıyoruz.
Oturumumuz bir ön konferans gibi gözüküyor. Çalışmamıza şöyle bir başlık atmak istiyorum.
‘Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak.’
Bu çok zorlu ve tarihi bir çalışma olacak. Yeniden yapılanmaya doğru giderken sorunu farklı başlıklarda ele almaya ihtiyaç var. Bu başlıkların her biri derinlikli analizler gerektirir. Zaman alacaktır. Aceleye getirmemiz de doğru olmaz. Bununla birlikte ‘giriş’ ana metnin ruhunu verir. Ana başlıklarda bir kavrayış yaratmaya yeterli olur. Giriş’i bu formatla ele alacağız. Arkadaşlar da bu taslağa dayanarak kongre süreçlerini ele alabilirler. Çünkü çalışmanın tamamı bir ayı bulabilir. Bu da süreci geciktirebilir, sıkıntıya sokabilir.
Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusuyla başlamak istiyorum. Hani o meşhur ‘Kürtler var mı yok mu?’ Varlarsa ne kadar var olabildiler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar?’ yaklaşımları vardı. Bunun için daha yakın bir geçmişe bakış atalım. Örneğin geleneksel Kürtlükle son etkili iki kalkışma yani iki ayaklanmanın sembol önderleri Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın idam sehpasındaki son sözlerini nasıl yorumlayabiliriz? Bunu biraz açabilirim. Bu geleneksel Kürtlüğün yok edildiğini ifade ediyor. Bu sözlerin anlamı bu. Geleneksel Kürtlük demek geleneksel Kürt varlığı demektir. Ve o Kürt varlığının son iki önderi idam sehpasında bitişi ifade etmişlerdir ve bir miras bir anı bırakmışlardır. Neydi Şeyh Sait’in sözleri: “Hani savcı bey vaat etmiştin, birlikte bir ziyafet çekecektik. Kuzulu muzulu ne oldu?” diye bir soru soruyor. Bu dini gaflettir, çünkü dindar bir Nakşi şeyhidir. Aslında hazin bir trajik yanılgının ifadesi oluyor, o sığındığı ideolojinin ne kadar yanıldığını ortaya koyuyor, bunu yüzüne vuruyor.
Seyit Rıza’nın da işte benzeri, “Ben sizinle baş edemedim, bu bana ders olsun; ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözü daha anlamlı bir sözdür. Bu söz hem kandırılmayı ifade ediyor. Hem de son anda teslimiyeti dayatmışlar, “teslim ol idamdan kurtul.” “Hayır teslim olmam bu da size dert olsun” diyor. Gerçekten dert kaynağı olarak bırakıyor Dersim’i… Bunu ifade ediyor. Sonuçta iki gelenek de hem Nakşi geleneği hem Alevi geleneği ya da SünniAlevi geleneği; aslında her ikisi de uydurma. Kapitalist modernite, ulus devletçilik ideolojik olarak gelişirken, Kürt inkarı temelini bu iki kavramla atıyorlar. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlangıcında böyle bir uydurma Alevilik inşa ediliyor. Bu iki aldatmacayla bir Kürt geleneksel varlığı yok ediliyor aslında, özü bu ama hala izleri çok çarpıcı. Hem Bingöl hem Dersim somutunda yaşanıyor. Ve bu önderler aslında bunu ifade etmiş oluyorlar, idam sehpasında olması çok önemli. Bir ölü gerçekliği ifade ediyor, hasta değil, yaralı da değil, ölü bir gerçeklik.
Bununla bağlantılı bir ara dönemi Kadı Muhammed, Mustafa Barzani, Kasımlo, Celal Talabani şahsında yaşanan bir ara dönem. İşte bu dönem hangi gerçekliği ifade ediyor? Evet bir gerçekliği ifade ediyor. Bildiğimiz geleneksel feodal diyoruz, geçiş diyoruz, oradan bize kadar gelen içinde yarı burjuva yarı aristokrat kişilikler. Burjuva diye kastettiğimiz 2. Dünya savaşından sonra ve günümüzde halen varlığını sürdüren bir dönem yani aslında İslam’daki kapitalistleşme, burjuvalaşma… Böyle bir dönem yaşandı mı, yaşanabilir mi? Ama var. Böyle bir kapitalizmi, milliyetçi bir varlık ve milliyetçiliğin temeli bir bilinç var. Temsilcilerden belli. Zaten Kadı Muhammed’in bir devlet olma geleneği var. Barzani’nin hala bir devlet olma deneyimi yaşanıyor. Buna Talabani de ortak. Ama döneme damgasını vuran bir Kürt ulus-devlet henüz yok veya ne kadar çabalansa da şüpheli. Olsa da ne kadar yerel bir olgu, son derece tartışmalı ve en önemlisi de bu son Kürt federe devlet olayı bize karşı çıkartıldı. Bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmaz destekleri temelinde gelişti, aslında bir varyant oluşum. 92’den itibaren devrimci hareketi tasfiyenin bir aracı olarak öne sürüldü. Önce Federe Parlamento sonra diğer organlar. İşte silahlı kuvvetler teslim olmamız için o bildirileri bunların yardımıyla atıyorlar, çok çarpıcı bir gerçekliktir. Bu ara bir dönem… yani Kürt milliyetçiliği, Kürt sermayesi, biz ilkel komprador burjuvazi diyoruz, bazıları daha gelişmiş olabilirler, Diyarbakır merkezli, Erbil merkezli, Süleymaniye merkezli hatta Mahabat merkezli. Ama bana göre bunlar son derece geçici yapay karşı devrim öğeleri olarak, tasfiye aracı olarak dayatılan aygıtlar oluşumu. Hem ideolojik içeriği böyle hem pratikleşmesi böyle.
Bir de aranın arası bir dönemden bahsediyoruz. Aranın arası dönem bize kadar gelecek olan dönemdir. Bunun temsilcileri veya ifade edicileri olarak işte Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Süleyman Mouni kardeşler hatta Siraç’ı da dahil ettim, edebiyatta Cigerxwîn, müzikte de Aram Tigran. Bunları nasıl anlamlandırmalıyız. Bunlara yurtsever diyoruz. Kimilerine sosyalist de diyoruz. Modern hepsi, dürüst yani bir işbirlikçilik yaptıkları yok. Karşı güçlerin iradesi değiller, aygıtı değiller, sesi değiller. Ama çok bireysel kalmışlar, çoğu bu işbirlikçiler tarafından imha olmuş. Kendilerini anlamlandırmakta güçlük çekmişler, yaşatmakta güçlük çekmişler ve hepsi komploya kurban gitmişler, en önemlisi de sürgünde ölmüşler. Bir sürgün gerçeklikleri var. Ama tabi bizi de biraz etkilemişler. Yani nereden bakarsan bak bizim protolarımız bunlar. Benim kendi açımdan da söylüyorum, bunlar proto Apocu bir gerçeklik olarak gözüküyorlar. Bu aranın arası döneme böyle bir anlam biçmek istedim.
Daha sonra girişimizin bizimle ilgili olan kısmı, 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran kendi gerçekliğimden bahsediyorum. Bir Apo gerçekliği var bu açık, ne inkar edilebilir, ne de abartılabilir. Tabi bu Apo gerçekliği veya hakikati nasıl yorumlanmalı. Hayal ve gerçeklik olarak neyi ifade eder?
Önderliksel karakteri itibariyle çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik Gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaşkınlığı Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır. PKK’de Önderliksel gerçekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. Apo gökten inan bir mesih değil; emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir Önderliktir. Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. Apo bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır.
Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. Fakat artık yeter!
50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de Önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi anlamamak, özgür Kürt’ü, Kürdistan’ı anlamamak demektir. Gerilikte ısrar etmek demektir. Bunun için gelişmiyor, Önderleşmiyorsunuz. Sizi Önderlik gerçeğinin bir parçası haline getirmek için 50 yıldır amansız bir emek ve mücadele içindeyim.
Önderlik gerçeğini doğru anlamadan, kendini gerçekliğe yatırmadan bırakın topluma öncülük etmeyi, kendiniz yürüyemezsiniz. Nitekim kendinizi dahi taşıyamıyorsunuz. Muazzam bir söylem ve eylem gücüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine almıyorsunuz. Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabi çünkü ciddi bir iş. Şu anda Apo gerçeği hem bir süren durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor. Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. Şu an hala her an yaşadığım durum…. Evet burada bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat benimle amansız ve her an idamım için her şeyi yapan bir Türk, dönemin Türk duyarlılığının partileşmiş hatta proto parti devletin en yetkili sesi ve eli olarak Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. Yani bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli, DEM heyetine bunu bizzat söylüyor. “Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönemi başlatmak istiyorum.” Bu da bana göre, bu Barış ve Demokratik Toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir. Hem bir barış çağrısı hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı. Gelişmeler biraz bunu da gösteriyor. Ve buradan çıkartacağımız tek sonuç, “ancak savaşanlar barışabilir.” Yani ikincil üçüncü güçler değil de ara güçler müttefikler değil de bizzat savaşın sorumluluğunu taşıyanlar ancak barışın sorumluluğunu üstlenebilir. Çünkü barış en az savaş kadar ciddi bir olay. Ve böyle ciddi bir olayın sorumluluğunu da onun bir numaralı taşıyıcıları sahiplenebilir. Dolayısıyla gerçekçi, bu savaşı devlet yürütüyor. Bir barış denemesi olarak yeni bir başlangıca dönüştürme gereği duyuyorum. Bu seslendirildi son altı ayda. Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorumlusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. Bu da kamuoyu ile paylaşılmıştır. İfadesi de şöyledir; savaşanlar ancak barışı gerçekleştirir. Diğer muhatapların barışı gerçekleştirme gücü olamaz. İkincildir ya da yardımcıdır. Esas inisiyatif bu işin öncülüğünü yapanlardır. Böyle bir rotaya girdi, bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içindeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye cumhuriyetiyle özellikle. Diğer devletlerle ise Irak, İran, Suriye devletleri içinde benzer süreçler devreye girecektir. Türkiye’nin inisiyatifinde olması da bana göre hem aklın gereği hem gerçekliğin ifadesi oluyor. Öyle olması gerekiyor, öyle oluyor. Dolayısıyla bu atılan adım oldukça ciddiye alınabilecek bir adım. Her ne kadar belli bir zorlanmaya uğrasa da doğru bir adıma benziyor. Atlanacak mı bu eşik, tamamen yaratıcı çabalar bunu mümkün kılabilecek. Bu temelde yeni dönemi yedi ana başlık halinde sunmayı deniyorum. Bu yedi ana başlığı neden seçtim, nasıl seçtim? Tartışıyoruz.
Belki çok az akla gelebilecek Doğa ve Anlam veya Doğanın Diyalektiği ile başlamak istedim. Ne ifade edilmek isteniyor bununla. Biraz daha açmaya çalışayım. Anlam bir ilişkiselliğe ve paylaşıma işaret eder. Karakteristik olarak ortaklaşmacı, toplumsal bir kavramdır. Anlam her şeyden önce bir şeyin anlamıdır. Varlıktan bağımsız bir anlamdan söz edilemez. Peki anlam nasıl oluşur? İnsan doğayı dinleyerek anlam gücünü geliştirir. İlk öğrenme tarzının mimetik olması bundandır. İnsan doğayı dinleyerek doğadan dönüştürür.
Toplumsal tarih boyunca doğayı dinleyerek öğrenme yöntemi giderek zayıflamıştır. Çünkü simgesel dil ve analitik zihin geliştikçe insan doğayı kendi kavramları ile tanımlamıştır ki, insanın doğaya yabancılaşması sonucunu doğurmuştur ve bu yabancılaşma kapitalist modernite sürecinde zirveleşmiştir. Her dönemin hakim düşüncesi, o dönemin hakikati oluyor. Yani bir dönemin hakim düşüncesi varsa, o dönemin hakikati olarak kabul ediliyor. Bir gerçeklik var onun bir ifadesi var ve o ifade de bir düşünceyi ya da hayali ifade ediyor. Mesela mitik düşüncenin hakim olduğu o döneme mitik dönem diyoruz. Yani tamamen hayallerle ifade edilen bir dönem. İnsanlığın yaşadığı en uzun dönem. Milyonlarca yıl bir mitik dönem yaşandı. Hatta mimetik yanı ağır basan, hayvanların o taklitçi sezgileriyle içiçedir… bu milyonlarca yıla mimetik dönem diyoruz. Mimetik ardı sıra mitik düşünce gelişti. O büyük ölçüde neolitik, yukarı neolitik, mezolotik, dönem hakikatidir. Toplumsal karşılığı klan kabile toplumudur. Bitki ve hayvanların evcilleşmesi denilen aslında bir yeni kültür bir yeni yaşam biçiminin ilk defa yaşandığı bir dönemin ifadesi oluyor. Mimetik yani hayvan sezgilerini aşan bir düşüncedir mitik düşünce. Tamamen hayallerle ifade ediliyor. İnsanda bir sembolik düşünce gelişiyor. Hayvandan düşünce bağlamında bir ayrışma var, simgesel düşünce sadece insana özgü bir düşünse. İnsan hayvandan simgesel düşünce ile ayrışır. Mimetik düşüncede sembolizm yoktur, taklit vardır. Taklit bir düşünce midir değil midir, tartışılır. Hayvanda zihin olabilir ama o düşünce durumu değil. Mitik dönemin düşüncesi bu anlamda simgeseldir. Mitik dönemin düşünce dünyası masallardır, biraz ötesinde tek tanrılı din dediğimiz veya ona benzer bir dinsel düşünce var. Aşağı yukarı günümüze kadar bir dini düşünce dini anlamlandırma aşaması söz konusu. İkisi de Ortadoğu insanlığın beşiği dediğimiz bugünkü Yukarı Mezopotamya kaynaklıdır. Hem mitik ve hem dinsel düşüncelerin beşiği bu Dicle-Fırat vadileridir.
Mitler toplumsallaşmanın gerektirdiği anlam örüntüleridir. Toplumsal yaşamın maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayan bir imgelem olarak toplum kurucu rol oynarlar. Bu yönüyle klan toplumsallaşmanın zihin gücü hakikati oluşturucudur. Büyük ekolojik döngü, yaklaşık 15 bin yıl önce sona eriyor. Orda yeni bir iklimsel dönem başlıyor. Bu, neolitiği imkan dahiline sokuyor ve yeni bir dönem başlıyor. İnsan varlığı da burada önce dili icat ediyor, simgesel düşünceyi kabul ediyor. Uygarlığa, devlete sıçrama yapıyor.
Bu dönemin düşüncesi doğayı ifade eder mi, doğa için biçtiği anlam var mı? Aslında var gibi gözüküyor. Örnek olarak İslam’ı alırsak her şeyin bağlandığı bir Allah kavramı var. Allah işte evreni kuşatan, an be an her şeye hükmeden, an be an her şeyi yaratan varlık olarak Allah’ın tanımı yapılır. Hatta tanımlanmazlığı ifade edilir. Bir imandır, ifade edilemez diye sunulur. İslam demek bu demektir. Aslında bu bir aşamadır ve bu çok çarpıcı bir aşamadır insanlık tarihinde. İslam’ın bu kadar etkili olmasının nedeni de budur. Felsefe ile mitolojik düşünce arası bir düşüncedir İslam. İslami düşünce ne tam felsefedir ne tam mitik düşüncedir. İkisine de şiddetle karşıdır, Gazali’de ifadesini bu bulur. Eğer bir ekol olarak bahsedeceksek, ki hakim ekoldür Gazali, bir yandan Avrupa’da zafere giden bilime yol açan felsefeye kapıları kapatır. Diğer yandan kelamı geliştirir, ama kelam demek felsefe demek değil. Diğer yandan mitolojik çağı da kapatır. Ve böyle yepyeni bir İslam çağı doğar. Çok etkilidir. Çağa damgasını vurmuştur. Hem Hristiyanlığı hem Tevrat’ı hem Hint-Çin dinlerini geriletmiş kendisine bir alan açmıştır. Neden? Çünkü önemli bir aşamadır. Felsefe ile mitoloji arasındaki dönem olmazsa olmaz bir dönemdir, ona bir peygamber gerekiyor. Hz. Muhammed’de onu ifade ediyor. Hani Allah’ın 99 sıfatı var denir ya. 99 sıfat öteki olarak anlam bulan her şeydir. Evren felsefedir aslında. Bunun ön aşamasıydı. 99 sıfat bir felsefedir. Bir programdır. Modernitenin felsefi öncülü, bilim felsefesinin öncülü. Bundan ötürü çok etkilidir. Hıristiyanlığa göre. Fakat açmazı da kendi içinde, çünkü kendi içinde modern felsefeye geçişin kapısını kapatmış. Meşhur İbni Rüşt ve Gazali çatışması biliniyor. Batı Gazali’yi, mahkum ederken, batı düşüncesi İbni Rüştü esas alır ve geliştirir. Bildiğimiz felsefi ve bilimsel devrimi yapar, İslam ise ona tamamen kapalı kalır. Ve batı üstünlüğü batı yükselişi başlar. İslam ile mitik düşüncede ve hatta Tevrat dini olarak (ki buna Museviler diyoruz) ondan daha çok hakikati ifade eder ama çok ısrarcı olduğu için gerek Hıristiyanlıktaki yeni açılımlar gerek mitolojideki katı inanç yaklaşımı iki yönlü bir baskı yaratır. Kapalılık İslam’ı müthiş tutucu güç haline getirir. 15. Ve 16. Yüzyıllar tutuculuğun zirve yaptığı yıllardır. 9-10. yüzyıllar İslam’da bir Rönesans dönemidir, bir rönesanstır, bütün dünyayı etkiler. Ama 15. 16. Yüzyılların muazzam bir tutuculaşma dönemidir ve fiilen İslam biter. Bunun somut ifadesi Safavilerde, Babur Hindistan’ında ve İstanbul merkezli Osmanlılarda büyük bir tutuculuk başlar ve o tutuculuk zaten bir yüz yıl sonra 17. ve 18. yüzyıllarda ömrünü tamamlar. Bana göre İslam 18. yüzyıllarda da bitmiştir. Hayatiyeti kalmamıştır, ondan sonra istismar edilmiştir. İngilizler bu İslam’ı istismar eder ve bildiğimiz o cihan egemenliğine, küçük bir adadan küresel bir hegemonyaya ulaşırlar. Bu İslam’daki tutuculukla bağlantılıdır. Bunu niye belirtiyorum. Buna biraz da Hıristiyanlık dahil ettim. Çünkü Hıristiyanlıkta batı üstünlüğü başladı. Hıristiyanlıkta yaşanan o reformasyon İslam’da olmadı.
Şiilik bunu denedi yapamadı. Batıda reformasyondan aydınlanmaya geçildi. Rönesans da bununla bağlantılı, Reform, Rönesans, aydınlanma batının zihinsel üstünlüğünü mümkün kıldı, başarılı kıldı. İşte 18. Yüzyılda Fransız Devrimi, İngiliz Sanayi Devrimi, Fransız Politik Devrimi bildiğimiz küresel çağda 19. Yüzyılda zirve yaptı. 20. Yüzyılda bu zirveyi sürdürdü şimdi yepyeni bir aşamaya geçiliyor. Neden bunları belirtiyorum? Hani geçmişi doğru yorumlayamazsak geçmiş veya gelenek doğru anlamlandırılamazsa günümüzü anlayamayız, günümüzü anlamadıktan sonra zaten gelecek anlamlandırılamaz. İslam hele Kemalizm her ne kadar pozitivist düşünceyi egemen kılmanın adıysa da şu anda muhafazakar düşünce İslam’ı hakim kılmaya çalışıyor. Batıda pozitivizm aşılırken Türkiye’de muazzam bir tutuculuğa dönüştü. İslam’ın esamesi okunmuyor. İşte beş milyonluk İsrail karşısında 300 milyonluk Arap İslam’ı nefes bile alamıyor. İslam bundan sorumlu tabi. Bunlara rağmen hala biz İslamcılık taslıyorsak burada bir bit yeniği var. Bunu doğru anlamak için bunları belirtiyorum. Hatta Hıristiyanlık mı egemen Müslümanlık mı gibi bir soru var. Yüzde 99 Hıristiyan egemendir. Bunları doğru ifade etmek gerekiyor, gerisi dilenciliktir. Batının kavramlarıyla batıya karşı İslam’ı savunuyorlar. Böyle İslam savunması olmaz. Batı felsefede, bilimde, teknikte olağanüstü üstün, sen onun kalıntılarından, kenarından köşesinden yararlanmak istiyorsun. Ve bunu da dilencilik biçiminde yapıyorsun. Bunun çok başarı şansı olmadığı, son Gazze olayında ortaya çıktı. Saldırı yapıyor İsrail’e. Senin saldırı yaptığın İsrail dünya hegemonu. Sonra da ona karşı BM, AB bilmem insan hakları komisyonundan yardım diliyor. Yardım dilediğin kurumlar İsrail’in damgasını vurduğu kurumlardır. İsrail’i hakiki düşman ilan etmişsen o kurumlardan dilencilik yapmayacaksın. Tutarlı isen, milleti aldatmak istemiyorsan, yapma. O hegemon güçtür. Ya hegemona boyun eğersin ya hakiki bir savaş yürütürsün. Bu Türkiye’de yapılmadığı için düşünceler karma karışık ve yine sermaye vurgun yaparak kendini katlayarak, bu çatışmadan egemenliğini güçlendiriyor. Buna dikkat çekmek için ben bu bölümü açtım. Bunu anlamak tabi günümüzü doğru anlamakla bağlantılı. Bu aydınlatıcı oluyor, sanırım bunu fazla açmaya gerek yok.
Doğa ve anlam, felsefi düşünceyi biraz güçlendirmek için bazıları merak edebilir. Bu merak haklı bir merak, çünkü bilim merakla başlar. Bu merakı doyurmak ona bir yol açmak için de bana göre öteki olarak veya doğanın diyalektiği gibi bir felsefi düşünceye ihtiyaç var. İşte bu bilimin bütün ortaya serdikleri, fizik, kimya, biyoloji bağlamında ne varsa aynı şey felsefe adına hatta mitoloji adına serilen ne kadar düşünce varsa onları süzerek bir sonuç çıkarmak ihtiyacı duydum. Spekülatif bir düşüncedir, öyle mutlak doğrudur demiyorum. Doğa öteki gerçekliği anlaşılmaya değer. Evren de diyebiliriz buna. Hala anlaşılmayan birkaç husus var. Büyük patlama deniliyor. Bu büyük patlama nedir, büyük patlamanın öncesi ne vardı? Büyük patlamayla evren 13 milyar yıllık bir gelişme diyorlar. Bu pek akla yatkın gelmiyor. Giderek fizik bilimi temelinde art alan ışıması diye bir düşünce geliştiriliyor. Patlama sırası veya patlama öncesi… doğal olarak insanın aklına gelir, bu patlama öncesinde bir evren var mıydı yok muydu? Bu patlama bir iğne ucunun milyar katı kadar küçük bir varlıktan başlıyor bugünkü evren oluşuyor.
Şimdi bizim galaksimiz Samanyolu’nun 200-300 milyar yıldızı var. Her yıldızın etrafında onlarca gezegen. Ve bir de milyarlarca galaksi. Bunun bir iğne ucundan doğması açıklama gerektirir. Bilim buna kuantum fiziği ile yanıt bulmaya çalışıyor. İşte kesintisizlik ilkesi ‘hem hem de’ mantığı böyle. Bütün bunlarla şu var. O kaba materyalizm dönemi yaşandı. O materyalizm iyi ki aşıldı. Evren hiç de öyle söyledikleri gibi değilmiş. İşte o güneş merkezli evren teorisi, daha sonra samanyolu, şu anda kara delik etrafında bir de kara madde var, karanlık enerji… şimdi bu kavramlar daha da çoğalacak. Parçacıklar işte en küçük parça atom dendi, sonra baktılar atomun birçok parçacığı var, elektronla, protonla, nötronla izah ediliyor. Onların da parçacığın parçacığı var. Bir Tanrı Parçacığı çıktı. Velhasıl bu böyle gidiyor.
Niye bunu söylüyorum. Demek ki materyalist açıdan da idealist açıdan da henüz katı gerçekler yok. Yüzde yüz o doğru, yüzde yüz bu doğru yok. Belli ki insan zihninde bir gelişme var bir patlama var. Hakikat arayışı devam edecek. Bu iyi bir şeydir, hakikat arayışına insan zihninin açık olması umut veriyor en azından. Hem özgürlüğe umut veriyor hem yaşama umut veriyor. Özgür yaşama… onu geliştirmek bana göre doğru bir şey. Hatta böyle bir düşünce tarzı bizi toplumsal doğanın izahına götürür. Biliyorsunuz işte ikinci başlıkta bunu ifade etmek istiyorum.
Genelde doğa ve anlam konusunda benim şöyle bir değerlendirmem var. Hegel de bununla çok uğraşmış. Hegel anlamı doğanın kendisinde bulur. Geist dediği evrensel ruh, evrensel tin aslında beynin dışında bir gerçeklik. Varlık da bir gerçekliktir. Anlam varlığın içindedir. İnsan beyni tarafından üretilmiyor. Bir nevi idealizm de denir buna. Hegel idealizmi diyorlar. Bir gerçeklik payı da yok değil. Marks bunun tam tersini ifade eder. Yansıma olarak ifade eder düşünceyi. Zaman insan beyninde olup biten bir şeydir. Bunu dışa yansıtır ve düşünce olur. Biraz buna terstir. Anlamın kendisi doğadadır. Burada bir felsefi tartışma var devam ediyor. Bu tartışmaların devam etmesi iyi bir şeydir. Materyalizm ya da idealizm diye dondurmak doğru değildir. Bu ikilem yanlışa götürür, götürüyor. Dolayısıyla diyalektik düşünce bunun aslında katı dogma haline gelmesini engelliyor.
Diyalektik düşünmenin faydası diyalektik adı üstünde ikilem anlamına geliyor. Ari dilinden geliyor. Diyalektikte bir’in anlam kazanması ikiye bağlıdır. İki biri akla getirir. Bunu düşünceye uyguladığımızda işte düşünce maddeyi gerekli kılar. Bu sürüp gider. Bu faydalı bir şey veya bir açık kapı bırakıyor. Diyalektik düşüncenin tersi metafiziktir. Metafizik bir düşünce biçimi ama diyalektik kadar başarılı değil. Diyalektik daha başarılı. Yalnız onu geliştirmek gerekiyor ve gelişiyor da. Demin söylediğimiz doğanın izah edilmesi bu biçimiyle diyalektik düşünce sayesinde olmuştur.
Şimdi buradan hemen toplumsal doğa ve sorunsallık adlı başlığa geçiyorum. Evet toplum da bir doğadır. Ama buna ikinci doğa diyorlar. Doğrudur. Bana göre de toplumsal doğa ile büyük farklılaşma var. En temel özelliği düşünce esnekliğidir. Doğadaki düşünselliği tartışmıyorum. Ama toplumsal doğa düşünce ile örülen bizzat insanın önce simgesel sonra bilimsel, felsefi, dini bütün düşüncelerini temeline yerleştirdiği bir doğadır. Toplumsal doğa bir taş değil, bir bitki değil, bir hayvan değil. Düşünce temelli oluyor. Toplumsal doğanın böyle bir farkı var. Toplum dedin mi hemen akla düşünce gelir.
İşte Atina felsefesi toplum ile gelişti. İşte batı, bilimsel düşünce ile gelişti. Londra, Amsterdam ikilemi diyelim, bir Atina ve Isparta ikilemi, o da felsefe ile mesafeyi açtı. İslami düşünce en verimli dini düşünce olarak mesafe kaydetti. Bunların hepsi toplumun değişik aşamaları. İşte Sümer toplumu mitolojinin zirvesi, Sümer toplumu bu kadar ilk’li kılan devletli toplumun beşiği olmasıdır. Ve yukarı Mezopotamya’da Dicle ve Fırat’ın olduğu mümbit verimli toprağın yarattığı mitsel bir düşüncedir ve orada zirve yapmıştır. Tanrı ve tanrıçalar dünyası çok çarpıcıdır ve buradan alınan kavramlar daha sonra geliştirilmiştir. Buradan alınan kavramlar kuranı üretmiştir. Kurandaki düşüncelerin büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Atina felsefi düşüncesinin de büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Kuzeyde, Avrupa o zaman vahşet döneminde. Atina, hem Medya’daki Zerdüşt felsefesini hem de Mısır’daki dini düşünceyi alır. Babil’e gelmeyen aydın yoktur. Hepsi Mısır’ı, Babil’i ve Medya’yı hatta Persepolis’i görmüşlerdir. Aldıklarını bir senteze dönüştürmüşlerdir. Demokrasi düşüncesi de buradan alınıyor aslında. Ve işte Grek ve Helen dediğimiz uygarlık adımı atılıyor. Bir de toplumsallık işte ilk çağ toplumu dediğimiz Marksizm’deki ‘toplumun barbarlık aşaması veya ilkel dönem’ denilen dönem ve ardı sıra kölelik kurumu gelişiyor.
Şimdi buna geçmeden önce de bu toplumsallığın genel tanımını verdik. Ama bu nasıl gelişti? Biliyorsunuz, toplumsal gelişme Sümer mitolojisinde nasıl izah edilir? Dinde -ki üç tek tanrılı dinde de Adem babadan Havva anadan nasıl yaratıldığı açık yazılıyor. Hatta beş bin yıl diyor. Kendilerine göre bir tarih de veriyorlar. Tamamen dini inançla bağlantılı. Bilimsellik hatta Atina düşüncesi bunlarla arayı açtı. Dolayısıyla yeni bir toplumu yaratıp zirveye çıkardı. Kapitalizm aldı başını gidiyor. Batı kökenli düşünce hem hegemonik düşünce hem de maddeleşmiştir. Maddi bir güç haline gelmiştir. Ama bir nokta karanlıkta kalıyor. Nedir o? Bu toplumsal doğa nasıl oluştu? Ve kim oluşturdu? Toplum sadece bir araya gelen insanlardan müteşekkil bir oluş değildir. Toplum biraraya gelen insanların ürettiği ve etrafında ortaklaşarak kendilerini kolektivite üzerinden gerçekleştirdikleri bir değerler sistemidir. Tüm toplumsal oluş ve yapılanmaların kurucu, taşıyıcı, geliştirici unsuru anlamdır. Toplumun kendinden başka öznesi........
© Medyascope
