Kırk yıl önce İstanbul Gezi yazıları: Can pazarı (2)
İstanbul’a Topkapı’dan giriyorum.
Tanpınar “ayrı ayrı İstanbullar”dan bahseder. Mimarinin ve perspektifin birbirinden farklı, bir yığın İstanbul doğurduğu kanaatindedir.
Doğrudur. Böyle İstanbullar hâlâ var. Mesela İstanbul’a benim gibi Topkapı’dan değil de Marmara’dan bir beyaz vapur ile gelen yolcu Sarayburnu yeşil örtüsü üzerinden yükselen bir kubbeler ve minareler memleketi ile karşılaşır. Eskiden Topkapı’dan girenler de herhâlde böyle bir “âbideler şehri” ile yüz yüze geliyorlardı.
O yıllarda “Otogar” Topkapı dışında idi. Londra Asfaltı’nın bir yanında Anadolu, öte yanında Trakya Otogarı yer almıştı. Sur dışına çıkar çıkmaz göreceğiniz bu mekânlar, birbirine bitişik derme-çatma gecekondu benzeri seyahat firmalarının yazıhanelerinden oluşuyordu. Yer darlığı sebebi ile girmesi bir dert, çıkması bir dert idi.
Her neyse. Ben şimdilik kendimi Trakya Otogarı’na atmak istiyorum. Çünkü hâlihazırda bir yolcunun yaya olarak Anadolu Otogarı’ndan çıkarak, surlardan içeri giren otoyol boyunca yürüyüp, sağ selamet şehre girmesi pek o kadar kolay değil.
Aslında zaten iki yanına hisar süsü verilip burçlarına bayrak çekilen bu geniş aralıktan geçmek niyetinde değilim.
Madem İstanbul’a gireceğim, gerçek bir İstanbul sur kapısından geçmeliyim. Bu artık arabalara kapatılmış olan az ilerideki kemerli kapıdır.
Hasko’nun alt-üst geçit inşaatının engebelerinden, çitlerinden atlayabilenler; bir polise veya bıçkın minibüse takılmayanlar, 200 metre engelli koşuya çıkmış gibi pürdikkat, adaleleri ve zihinleri gergin caddeyi aşmaya çabalıyorlar.
Karşı geçede “Hemşerim Birahanesi” ile “Prens Oteli” bütün haşmeti ile dikiliyor. Önüm sıra yürüyenler bir ara hızlanıyor. Atak olmak gerek. Araçlar birbiri peşi sıra yığılıp duruyor. Hangi gözü pek yol........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d