Türkiye’nin Şirazesi
Toplumumuzu, ne “mozaik” ne de “mermer” metaforları doğru olarak niteleyebilir. Madem burayı herkes için aynı sevimlilikte bir “vatan” yapamadık, o halde “bahçe” veya –köpek balıklarının etrafta cirit attığı bir okyanusta- “gemi” metaforları daha uygun ve doğrudur.
- İLHAMİ GÜLER
- 16 Eylül 2025
“Hepimiz aynı gemideyiz”
1-Kuruluş ve Oluşan Fay Hatları
Türkiye, şirazesi “devrim” ile kurulmuş bir devlettir. Türk tasavvuf tarikat Sünniliği, Osmanlı Devleti’ni deruhte edememiş ve sonunda devlet çökmüştür. Cumhuriyeti kuran kadrolar, çöküşten bu teolojiyi sorumlu tutmuş ve bu teolojiyi (şeriat-hilafet-tarikat) ilga etmiştir. Türkiye, seküler bir ulus devlet olarak inşa edilmiştir. Anadolu’da kalan ve nüfus mübadelesi ile buraya Kafkaslardan ve Balkanlardan göç eden Osmanlı bakiyesi Müslüman olan halklara -sıfat olarak- “Türk” ismi ıtlak olunmuş ve devletin resmi dili de Türkçe olmuştur. Vatandaşlıkta eşitlik ilkesi benimsenmiştir. Din, diyanete tevdi edilmiş; politik, iktisadi ve hukuki süreçlerin dışında tutulmuştur. Bu işin zorla yapılması, dindar halk kesimlerinde bir içerleme-uçuklama (travma) yaratmıştır. Demografik unsuru, diğer etnik kökenlere nispetle fazla olan Kürt vatandaşların Türkçe konuşmaya zorlanması, benzer bir içerleme ve uçuklama yaratmıştır. Diyanet, Sünnilik mezhebi üzerine kurulduğu için benzer bir içerlemeyi, Alevi vatandaşlar da yaşamıştır. Böylece Türkiye’de din (muhafazakâr-seküler), mezhep (Sünni-Alevi) ve etnisite (Türk-Kürt) üzerinden görünmeyen üç fay hattı oluşmuştur. 1923’lerde tek parti eliyle kurulan “Cumhuriyet”, 1950’lerden sonra demokrasiye doğru evrilmeye başlamıştır. Batılılaşma, hem zihinlerde, hem de kurumlarda -nispi olarak- yer etmeye başlamıştır. Muhafazakârlık, politik ve kültürel olarak “sağcılık” üzerinden sisteme eklemlenirken cemaat ve tarikatlar, illegal olarak- varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yetmişli yıllardan sonra da “The Cemaat” ve “Milli Görüş” olarak legal-politik muhalefet olarak kristalleşmiştir.
2-“Hınç Ahlakı”nın Oluşması
Kuruluş yıllarında yaşamış şair Mehmet Akif, -teolojik olarak eleştirel ve yenilikçi (Safahat), politik olarak yeni rejime muhalif olmasına rağmen- imparatorluk ruhunun olumlamacı (affirmative), aristokratik, veren, toleranslı ahlaki kişiliğini yansıtıyordu. Bu yüzden, yazmış olduğu “İstiklal Marşı” bütün vatandaşlar tarafından gönül rahatlığı ile okunabildi. Benzer bir kişilik, doksanlı yıllarda Bosna’da Aliya İzzet Begoviç tarafından ortaya konmuştur. Oysa, Necip Fazıl Kısakürek, önce Osmanlı’nın Batı karşısında yenilgisi, daha sonra da muhafazakârların Batıcılar karşısında yenilmesinin yarattığı “Hınç (ressentiment) Ahlakı”nı dile getirir ve temsil eder. Türk milletinin “To be or not to be” olma aşamasında kurduğu cumhuriyetin kazanımlarını, kayıpların gerçek nedenlerini –Akif gibi- irdeleme yerine miadını doldurmuş, tarihsel birçok kurum ve kavramların ilgasını, bizzat “İslam”ın inkârı olarak lanse ederek felaket tellallığı yaptı. Oysa, Nihal Atsız’ın dediği gibi, “Cumhuriyet, Türk’ün Hudeybiyesidir.” Cumhuriyet, Fatih’ten sonra II.Beyazıt ile........
© Perspektif
