menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Dış Politikada Merkez-Çevre Dengesi ve Afrika

15 5
26.11.2025

Afrika’da kalıcı etki oluşturmak isteyen her dış aktör, kıtanın çok katmanlı yapısını anlamak zorundadır. Başkentlerle kurulan ilişkiler önemlidir. Ancak yeterli değildir. Gerçek meşruiyet, halkla kurulan bağda ve yerel topluluklarla geliştirilen güven ilişkilerinde yatar.

Dış politika bağlamında Afrika’nın en temel özelliği, merkez (merkezi yönetim) ve çevre (merkez dışı toplumsal kesimler) dengesinin en belirgin şekilde hissedildiği coğrafya olmasıdır. Kıtanın genişliği kadar, etnik topluluklardan kabilelere, dillerden yerel aidiyetlere uzanan çeşitliliği ülke siyasetini ve dış politikayı son derece karmaşık bir yapıya dönüştürür. Birçok ülkede ulus-devlet inşasının tamamlanamamış olması da merkez ile çevre arasındaki ilişkiyi daha önemli kılar. Kıtada merkez-çevre ayrımı yalnızca coğrafi değil, siyasi temsil, ekonomik paylaşım ve toplumsal aidiyet açısından da belirleyicidir.

Bu nedenle kıtayı anlamaya ve kalıcı ilişki geliştirmeye yönelik dış politika yaklaşımları, devletlerin resmi pozisyonları kadar, çevredeki toplulukların beklentilerini de anlayabilmesi ve karşılayabilmesi gerekir. Yani dış politikanın hem devletler arası ilişkiler hem de toplumlar arası dengeler üzerinde şekillendiği gerçeğini ilişkilerin merkezine koymak. Böyle bir yaklaşımın temel ilkesi ise tüm bu farklılıkları dikkate alırken, ülkelerin egemenlik haklarına saygı göstermeyi de akılda tutmayı gerektirir.

Türkiye Afrika’da

Son yıllarda Türkiye’nin Afrika’ya yönelik açılım politikası, diplomatik temsilin artırılması, insani yardımların daha organize bir yapıya kavuşması ve kültürel kurumların yaygınlaşması gibi adımlarla dikkat çekici bir ivme kazandı. Ancak bu ivmeye rağmen Türk dış politikasının Afrika’daki etkisinin, özellikle kriz yönetimi ve istikrar üretimi bağlamında beklenen sonuçları verdiği kanaati güçlü değil. Somali-Etiyopya arasında oluşan gerginliği önlemesi, Ankara’nın, soruna çözüm kapasitesinin önemli bir göstergesi. Ancak, Libya’da her iki tarafın da Ankara ile iyi ilişkilere sahip olmasına rağmen, devlet inşası konusunun hala sürüncemede kalmış olması önemli bir sorun. Sudan’da devam eden çatışmaya ilişkin daha aktif bir tutum alınmamış olması da tartışılan konulardan.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir konu ise Afrika’yla ilişkilerin yoğunluklu olarak, rakamlar ve kurumsal yaygınlık üzerinden değerlendirilmesi. Rakamlar elbette önemli, ancak tek başına çok şey ifade etmez. Asıl olan açılan kurumların ve yürütülen faaliyetlerin bağımsız etki analizleri, sonuç odaklı göstergeleri (RBM-Results-Based Management) ve yerel paydaş geri bildirim mekanizmalarının değerlendirilmesidir. Bu tür sonuçlar daha sağlıklı bir çerçeve sunabilir. İlgili analizler dikkate alındığında, merkez ve çevre dengesini gözeten, toplumun farklı katmanlarıyla temas kuran politikaların anlamlı sonuçlar üretme potansiyeli belirginleşir.

Elbette, bulunulan ülkenin çeşitli toplumsal kesimleriyle iletişim kurmak zaman zaman yöneticiler nezdinde rahatsızlık oluşturabilir. Ancak bu durum yönetilebilir ve tek başına caydırıcı bir gerekçe olarak görülmemelidir. Çünkü kıtada, devlet ile toplum arasındaki mesafe oldukça geniş. Başkentler çoğu zaman ulusun tümünü değil, dar bir elitin çıkarlarını temsil eder. Dolayısıyla başkent odaklı ilişkiler, ülkenin geri kalanında kalıcı bir toplumsal karşılık üretmekte yetersiz kalır. Bu durumun neden olduğu yapısal zafiyeti doğru okumak, Afrika politikalarının geleceği açısından kritik önemdedir.

Afrika’da Başkent Merkezli Diplomasinin Sınırları

Afrika devletlerinin büyük bölümünde başkentler, sömürge döneminin mekânsal önceliklerine göre inşa edilmiştir. Bu şehirler genellikle kıyı bölgelerinde veya sömürge idaresinin kolay erişebileceği konumlarda kurulmuş, böylece “merkez” işlevi görürken, ülkenin geri kalan geniş coğrafyası “çevre” olarak kalmıştır. Sömürge sonrası dönemde de bu yapısal eşitsizlik önemli ölçüde devam etmiştir. Devlet kurumları, bürokrasi, diplomasi ve medya merkezde yoğunlaşmış. Kırsal alanlar ve bölgesel güç odakları siyasal süreçlerin dışında bırakılmıştır.

Bahsettiğimiz durum, dış aktörlerle kurulan ilişkileri kırılgan hale getirmektedir. Zira birçok Afrika ülkesinde halkın günlük yaşamını şekillendiren fiilî otorite, çoğu zaman resmî devlet kurumlarından ziyade geleneksel liderlik yapıları, dini ağlar, bölgesel milisler ve yerel ticaret şebekeleridir. Bu nedenle dış politika, yalnızca başkentlerdeki elit siyasi mekanizmalara odaklanamaz, ülkenin tamamında etkili olan bu çok katmanlı otoriteleri de dikkate almak zorundadır. Böyle bir yaklaşım, merkezin el değiştirmesi durumunda ortaya çıkabilecek olumsuz etkileri de önemli ölçüde sınırlayabilir.

Ulusal meşruiyetin yalnızca başkent merkezli olarak tanımlanması, Afrika’nın etnik, dini ve kültürel çeşitliliği göz önüne alındığında, dar bir meşruiyet alanını temsil eder. Bu ise ciddi kırılganlıklar üretir. Nitekim Sudan, Libya, Somali, Mali, Nijerya ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi ülkelerde merkez ile çevre arasındaki gerilimler, iç savaşlara ve ayrılıkçı hareketlere zemin hazırlamış, bu çatışmalar da dış politikada istikrarsızlıklara, kesintilere ve öngörülemezliklere yol açmıştır.

Dolayısıyla Afrika’da bir ülkeyle ilişki kurmak, devlet başkanıyla el sıkışmaktan ibaret olamaz. Ülkenin gerçek dinamiklerini anlayabilmek için yerel güç odaklarını, kabile liderlerini, dini cemaatleri, gençlik hareketlerini, sivil toplum ağlarını ve bölgesel ticaret kanallarını hesaba katmak gerekir. Oysa başkent diplomasisi bu çok katmanlı yapıyı tek bir düzleme indirger ve bu nedenle sahada kalıcı bir etki oluşturamaz. Ayrıca, ev sahibi ülke ile iletişimde zorlanan ya da yerel hassasiyetleri gözetmeyen merkezci bir yaklaşım benimsendiğinde, sözünü ettiğimiz yapısal problem daha da derinleşir.

........

© Perspektif