menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

'Ben' diyemeyenler

16 0
previous day

Bir tiyatro sahnesi düşünün. Işıklar ortada, alkışlar başrole yönelmiş. Seyircinin tüm dikkati merkezde…

Gelgelelim sahnenin kenarında, gölgede kalan biri vardır. Dekoru taşır, kulisi toparlar, başkasının tiradını tamamlar. Kendi repliğini söylemez, kendi ışığını talep etmez. Varlığı çoğu zaman fark edilmez ama onsuz sahne asla işlemez. Aslında bırakın başrol oynamayı, herhangi bir yan rol üstlenmek gibi bir amacı da yoktur. Sahne ışığı altında olmayı kendi rızasıyla reddeder. Görünmez olmayı seçer. Başkalarının ihtiyaçları ve istekleri önceliklidir.

Psikoloji bu figürü ‘bakım verici’ olarak adlandırır. Winnicott’un diliyle, toplumsal beklentilere uyum sağlamak için ‘false self‘ (yalancı benlik) geliştirmiştir. Görünürde uyumlu, fedakâr, sorunsuzdur; ama iç dünyasında gerçek arzular, öfke ve ihtiyaçlar sessizce birikir.

Arlie Hochschild’in ‘duygusal emek’ kavramı, tam da bu görünmez yükü tarif eder: toplumun sürdürülebilmesi için başkalarının duygusal dengesini taşımak.

Peki bu görünmez rol nerede başlar?

Çoğu zaman bunun temeli çocuklukta atılır. Kaotik, çatışmalı ya da duygusal açıdan ihmal edilmiş evlerde büyüyen çocuk, hayatta kalmak için bir strateji geliştirir: arabuluculuk. Bir kardeş ağladığında onu susturur, ebeveyn öfkelendiğinde sakinleştirir. Böylece içselleştirilmiş bir denklem öğrenir: ‘Ben destek vermezsem problem çözülmez. Mutlaka dahil olmalıyım‘ ya da ‘Ancak başkalarını rahatlatırsam kabul görür ve sevilirim.

Sevgi ve kabulün koşula bağlandığı bu denklem, çocuk için varoluşsal bir yasaya dönüşür. Kendi sesini kısmak ve başkasının ihtiyacını öncelemek artık yalnızca bir davranış değil, kimliğin parçasıdır.

Bu........

© Diken