menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Pembe Dalga’nın sönüşü: Latin Amerika’da aşırı-sağın yükselişi

19 1
12.12.2025

21. yüzyılın ilk çeyreğine dönüp bakacak olursak, Latin Amerika ülkelerinde solun farklı tonlarından hükümetlerin iktidara geldiğini hatırlıyoruz. Özellikle 2010’lara geldiğimizde Arjantin’den Brezilya’ya, Ekvador’dan Uruguay’a, Bolivya’dan Nikaragua’ya kadar kıtanın büyük çoğunluğu kendini bir şekilde solda tanımlayan hükümetlerce yönetiliyordu. Liderlerin profilleri de bir o kadar dikkat çekiciydi: ‘Eski gerilla’ başkanlar, radikal işçi önderleri, asker kökenliler ya da bürokratlar...

Venezuela’da Hugo Chavez’in seçimle iktidara geldiği 1998 yılından itibaren yaşanan bu sol hükümetler dönemine ‘Pembe Dalga (Marea Rosa) adı veriliyor. Gelgelelim São Paulo Forumu (Foro de São Paulo) etrafında örgütlenen sol hareketler için gelecek, bugün eskisi kadar parlak görünmüyor. Tüm dünyada olduğu gibi Latin Amerika’da da aşırı-sağ her ülkeyi farklı şekilde etkiliyor. Ancak kıta genelinde benzer özellikler sergileyen genel bir yükseliş trendi gözlemlemek güç değil.

Peki aşırı-sağ, Latin Amerika siyasetine nasıl ve neden hâkim oluyor? Bahsi geçen siyasi aktörler basit bir şekilde ABD Başkanı Donald Trump’ın uzantısı mı? Yoksa tarihsel bağları çok daha derinlere mi gidiyor? Solun uzun süredir ısrar ettiği reformist reçetelerin son kullanma tarihi geçti mi?

Gelin, mevcut değişim süreçlerini gözlemleyerek başlayalım.

Trump’ın başkanlık koltuğuna yeniden oturmasıyla birlikte ABD, tüm dikkatini Latin Amerika’daki etkinlik alanını genişletmeye odaklamış durumda. Tarihsel olarak kendini bu kıtanın ‘hamisi’ olarak gören Washington, daha önce pek çok kez gizli ve açık yollarla Latin Amerika ülkelerinin iç işlerini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirdi. Bugün ‘uyuşturucu kaçakçılığı’ bahanesiyle zengin petrol kaynaklarına sahip Venezuela kıyılarında yaşanan askerî kuşatma ve müdahale tehdidi, ABD’nin kıtadaki rolünü bir kez daha hatırlatıyor.[1]

Beyaz Saray’ın artan baskısı, Latin Amerika’nın iç siyasetindeki taşları da sert bir şekilde oynatıyor. Özelleştirme, kamu harcamalarında kesintiler gibi neoliberal politikalardan yana; göçmen karşıtı ve güvenlikçi söylemleri siyasi ajandalarının en tepesine yerleştiren isimler her ülkede kendisini gösteriyor. Aralarından en iyi bildiklerimiz; Arjantin’in Devlet Başkanı Javier Milei, Brezilya’nın eski Devlet Başkanı Jair Bolsonaro ya da El Salvador Devlet Başkanı Nayib Bukele gibi figürler.

Fakat liste bu isimlerle sınırlı değil: Örneğin Venezuela’nın kuzeyindeki küçük ada ülkesi Trinidad ve Tobago’da nisan ayında yapılan seçimlerde Kamla Persad-Bissessar, başbakanlık koltuğuna oturdu. Trump tarafından desteklenen Persad-Bissessar, bugün ülkesini ABD üslerine açarak Karayipler’deki gerilimde aktif rol oynuyor.

‘Müstakbel’ liderlerden de söz edebiliriz: Şili’de 14 Aralık Pazar günü yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turuyla birlikte devlet başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan aşırı-sağcı José Antonio Kast, açık bir şekilde ülkesinin diktatörlük mirasına sahip çıkıyor. Aile köklerinde Nazi Almanyası bağları bulunan Kast, 1972 yılında solcu Devlet Başkanı Salvador Allende’ye karşı yapılan CIA destekli kanlı darbeyle birlikte iktidara gelen General Augusto Pinochet’e olan sempatisini gizleme ihtiyacı duymuyor.[2]

Bolivya’da yaşanan değişim, Şili’den çok daha keskin oldu. Sosyalizme Doğru Hareket Partisi (Movimiento al Socialismo-MAS) tarafından 20 yıldır yönetilen ülkede son seçimler sağın kesin zaferiyle sonuçlandı. MAS içerisindeki bölünme sonucunda parti yüzde 3 gibi önemsiz bir oy aldı; Evo Morales ise taraftarlarına ‘geçersiz oy çağrısı’ yaptı. Sonuç olarak seçimlerin ikinci turu, iki sağcı adayın yarışına sahne oldu.[3]

Örnekler çoğaltılabilir. Kesin olan şey, sağ partilerin seçimlerde kayda değer bir artış yaşayarak Latin Amerika’nın pek çok sol hükümetin yerine geçtiği ya da geçmeye hazırlandığı. Tüm bunlar basit bir okuyuşta ‘Trump rüzgârı’ olarak dile getiriliyor. Şüphesiz bir ABD başkanının çizgisi, dünya siyasetinde –hele hele Latin Amerika gibi ‘arka bahçe’ olarak gördüğü bir bölge siyasetinde– çarpıcı yansımalar yaratabiliyor. Ancak bu yansımalar da kökünü bölgelerin, ülkelerin sosyoekonomik arka planlarından ve tarihsel karakterinden alıyor.

Her şeyden önce Latin Amerika’nın son derece şiddetli toplumsal mücadeleler tarihinde hâkim sınıfların da radikal yöntemlerle çıkarlarını koruyuşu, yüzlerce yıldır değişmeyen bir hikâye. ABD’nin dümen suyundan gitmek, bu anlamda Latin Amerika burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin ‘kadim’ bir refleksi. Ülke ve dönem fark etmeksizin bu gerçek önümüzdeyken, aşırı-sağın varlığını tek bir iktidara bağlamak doğru olmaz.

Tricontinental’den Vijay Prashad, Latin Amerika’nın aşırı-sağ dalgasında yer alan liderleri üç başlıkta ortaklaştırıyor: Anti-komünizm, liberteryen ekonomi politikaları ve kültür-savaşı.[4] Anti-komünizm; çünkü sermayeye bağımlılıkları nedeniyle –kökü ister Küba........

© Bianet