menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Verimlilik adına, canavarlar zamanı geldi

11 2
15.05.2025

Yapay Zekânın Politik İnşası serimizin bu bölümünde, Ron Salaj’ın Verso Books blogunda yayımlanan “In the Name of Efficiency, the Time of Monsters Has Arrived” (Verimlilik Adına, Canavarlar Zamanı Geldi) başlıklı yazısını, Diyar Saraçoğlu’nun çevirisiyle sizlere sunuyoruz.

Mekanik hesaplamadan algoritmik denetime uzanan, hem endüstri devrimlerini hem de günümüz yapay zekâ patlamasını meşrulaştıran verimlilik miti, Salaj’ın yazısında tarihsel bir izlek olarak mercek altına alınıyor. Charles Babbage’ın fabrika zeminlerindeki disiplin deneylerinden IBM’in Nazi Almanya’sındaki delikli kart sistemlerine, oradan Palantir ve Stargate gibi güncel yapay zekâ girişimlerine uzanan bu çizgi, kapitalist dünyadaki “üretken” görünümlü her dönüşümün arka planındaki sömürü ve otoriter denetim ilişkilerini açık ediyor. Salaj, Antonio Gramsci’nin “canavarlar zamanı” metaforunu bugünün Silikon Vadisi–devlet ittifakına uyarlayarak, teknolojik hız ve verimlilik adına demokratik denetimin törpülendiği yeni bir teknofaşizm tehlikesine dikkat çekiyor.

Modernitenin büyük vaadi her zaman verimlilik olmuştur. Charles Babbage’ın mekanik hesaplama hayalinden, günümüzün yapay zekâya dayalı işyerlerinde emeğin algoritmik optimizasyonuna kadar verimlilik, sorgulanmayan bir erdem, ilerlemeyi durgunluktan, kazananları kaybedenlerden, “optimize edilenleri” eskimiş olandan ayıran bir güç olarak ele kabul edildi. Endüstri devrimlerini körükleyen, ekonomileri yeniden düzenleyen, savaşı rasyonalleştiren ve tek tuşla toplu işten çıkarmaları haklı çıkaran da bu mantıktır. Verimlilik adına, tüm toplumsal yapılar sökülmüş, bürokrasiler düzene sokulmuş ve işçiler gözden çıkarılabilir hâle getirilmiştir. Ancak ya verimlilik sadece bir ilerleme aracı değil de, denetim ideolojisiyse -ve dizginlenmediğinde bir tasfiye gibi işliyorsa?

Tarih bize, verimliliğin yalnızca bir üretkenlik mekanizması olmanın ötesine geçip radikal dönüşüm, dışlama ve hatta doğrudan imhaya gerekçe hâline geldiği sayısız örnek sunuyor. 19. yüzyılda, çok yönlü bir bilim insanı olan Charles Babbage, modern bilgisayarların öncüsü sayılan ilk hesaplama makinesini, “Fark Motoru”nu tasarladı. Babbage’ın Fark Motoru, Matteo Pasquinelli’nin Patronun Gözü kitabında belirttiği gibi, “logaritmaların hesaplanmasını otomatikleştirip hatasız logaritma tabloları satmayı amaçlıyordu; bu tablolar astronomi alanında ve Britanya’nın deniz ticaretindeki hegemonyasını ve saldırgan sömürgeci genişlemesini sürdürmek için hayati önemdeydi”.[1] Babbage, sadece bilişimsel tasarımın öncülerinden biri değildi; aynı zamanda endüstriyel yönetim pratiklerinin geliştirilmesinde de önemli bir figürdü. Babbage’ın hesaplama teorileri en başından beri emeği otomatikleştirmeye ve disiplin altına almaya yönelik araçlar olarak tasavvur edilmişti.

Meredith Whittaker’ın “Köken Hikayeleri: Plantasyonlar, Bilgisayarlar ve Endüstriyel Denetim” başlıklı makalesi, Babbage’ın fabrika zeminlerinin ötesindeki etkisine ışık tutuyor. Makale, Babbage’ın mekanizasyon ve hesaplama araçlarına yönelik vizyonunun İngiliz sömürge yönetimiyle derinlemesine iç içe geçtiğini vurguluyor. Karmaşık hesaplamaları otomatikleştirerek ve süreçleri standartlaştırarak, Babbage’ın yenilikleri sömürge yönetimini kolaylaştırmayı, onu yalnızca daha verimli değil, aynı zamanda daha denetlenebilir hâle getirmeyi amaçlıyordu. Bu yaklaşım, uçsuz bucaksız sömürge topraklarının yönetimini kolaylaştırdı ve köle emeği üzerindeki denetimin her şeyden önemli olduğu plantasyon sistemlerinin baskıcı yapılarını yansıttı.

Ekonomik ve toplumsal bir kurum olarak plantasyon, pek çok endüstriyel denetim mekanizmasının habercisi oldu. Köleleştirilmiş toplulukları yönetmek için geliştirilen titiz kayıt tutma, gözetim ve katı çalışma takvimleri gibi teknikler, sonradan endüstriyel ortamlara uyarlanıp geliştirildi. Babbage’ın çalışmaları da bu metodolojilerden beslenerek mekanik bilişim ve emek yönetimi tasarımlarına işlendi. Böylece modern bilişimin ve endüstriyel denetimin temelleri, kökeninde sömürü ve tahakküm olan pratiklerle iç içe geçmiş oldu.

Bugün aynı ilkeler, algoritmik gözetimin depolardaki işçileri biyometrik hassasiyetle izlediği, öngörücü polislik sistemlerinin marjinalleştirilmiş toplulukları orantısız bir şekilde hedef aldığı ve otomatik işe alım platformlarının tarihsel dışlama örüntülerini pekiştirdiği yapay zekâya dayalı emek yönetiminin temelini oluşturuyor. Tıpkı erken endüstriyel sistemlerin insan emeğini disipliner denetim ve istatistiksel öngörüyle optimize etmesi gibi, günümüzde yapay zekâ da verimliliği geri yayılım -sinir ağlarındaki temel öğrenme süreci- yoluyla optimize ediyor. Yapay zekâ, hatayı sürekli olarak en aza indirerek ve iç ağırlıkları ayarlayarak, insan müdahalesi olmadan karar verme sürecini iyileştirip verimliliği yönetimsel bir araçtan özerk bir algoritmik sürece kaydırıyor.

Bir zamanlar endüstriyel disiplin ve sömürge yönetimi için bir araç olan verimlilik arayışı, yirminci yüzyılda daha da uğursuz boyutlar kazanacaktı. Babbage döneminde plantasyonları ve mekanikleşmiş emeği rasyonelleştiren aynı mantık, nihai ifadesini savaş ve soykırımın bürokratik makinelerinde buldu. Bunun en çarpıcı örneği, Nazi Almanyası’nın IBM’in yan kuruluşu Dehomag’ı kullanmasıydı. Dehomag’ın sağladığı delikli kart teknolojisi, milyonların sistematik biçimde sınıflandırılmasını, izlenmesini ve imha edilmesini mümkün kıldı. Babbage’ın bilişimsel vizyonu malların ve işçilerin hareketini optimize etmeye çalıştıysa, Dehomag’ın teknolojik yenilikleri de insan hayatlarının ölüm kamplarına doğru sevkini kolaylaştırdı.

Adolf Hitler 1933’te şansölye olduğunda, rejimi hızla Yahudileri, Romanları ve başkalarını kamusal yaşamdan dışlayan, işletmelerini ellerinden alan ve nihayetinde onları bütünüyle yok etmeyi amaçlayan ırkçı yasaları yürürlüğe koydu. Ancak böylesine kitlesel bir tasfiyeyi gerçekleştirmek yalnızca ideolojiyle mümkün değildi bunun için veri, sınıflandırma ve organizasyon da gerekliydi. Tarihçi Harry Murphy’nin “Şeytanla İşbirliği: IBM’in Üçüncü Reich ile İşinin Zaferi ve Trajedisi” başlıklı makalesinde işaret ettiği üzere, Hitler nüfusu sayıp kategorize edebilecek ve her bireyi numaralandırabilecek teknoloji ve veri tabanlarına ihtiyaç duyuyordu ki Nazi ırk düzenine göre “istenmeyen” ya da tehdit görülenleri -Yahudiler, Romanlar, engelliler, LGBTQ bireyler, siyasi muhalifler ve diğerleri- geri kalan toplumdan ayırabilsin. Bunun için çok büyük miktarda veri gerekiyordu, hem de herhangi bir veri değil. Bu çabanın bir parçası olarak, Mayıs 1939’da ülke çapında bir nüfus sayımı yapılması planlanmıştı ve bu sayım, açıkça nüfusun her bir üyesinin dini hakkında ayrıntılı bilgi toplamak üzere tasarlanmıştı. Nazi Almanyası bu operasyonu gerçekleştirmek için, pratikte IBM’in bir uzantısı olarak işlev gören Dehomag şirketine başvurdu.

IBM, Almanya’da tablolaştırma (veri kartı) teknolojisi pazarının ’ine sahip bir tekel olarak, CEO’su Thomas J. Watson liderliğinde makinelerini Nazi rejiminin taleplerine uyacak biçimde doğrudan değiştirdi. IBM yalnızca donanım sağlamakla kalmadı; personeli eğitti, özel delikli kart sistemleri geliştirdi ve nüfus verilerinin işlenmesini aktif biçimde yönetti. Naziler Mayıs 1939 sayımını gerçekleştirdiğinde, IBM bu sayımı din, soy ve ırksal kimlik üzerine ince ayrıntılı bilgi toplayacak şekilde tasarlamıştı -ki toplanan bu veriler, sonrasında milyonlarca insanı sistematik olarak tecrit etmek, sürmek ve katletmek için kullanılacaktı.

Hollerith delikli kart sistemi sadece nüfus sayımlarını kolaylaştırmakla kalmadı; Nazi toplama kamplarının altyapısının da ayrılmaz bir parçası hâline geldi. Kampa giriş yapan her mahkûma, bedenine kazınan beş haneli bir Hollerith kodu atanıyordu; bu kod, demografik verilerini ve akıbetini içeren delikli kartlarla eşleştirilmişti. Mahkûmların etnik kökeni, cinsel yönelimi, çalışma kapasitesi ve kamptan “ayrılış” şekli gibi hayatlarının her boyutu, IBM’in teknolojisi aracılığıyla işleniyor, kaydediliyor ve kataloglanıyordu. Sistem öylesine kusursuz bir verimlilikle çalışıyordu ki, Westerbork kampında bir işçi hizmetleri ofisinde çalışan Rudolf Cheim adında bir mahkûm, bu sistemin algoritmasını çözmeyi başardı. “Rudolph Martin Cheim Belgeleri”ne[2] göre Cheim şunları gözlemlemişti: 3. ve 4. sütun “sevk nedeni”ni belirtiyordu; kod 5 bir Yahudi’yi, kod 2 bir eşcinseli simgeliyordu. 34. sütun “ayrılış nedeni”ydi ve dehşet verici kod 6 “özel muamele” anlamına geliyordu. Makineleri dikkatle incelerken Cheim, “Hiçbir zaman bir isim yoktu, sadece atanmış numaralar vardı” diye hatırlıyor.

Bu sistemde isimler ortadan kalkmış, yerini makinelerce işlenen numaralar almıştı -bu, bürokratik verimlilik ideolojisinin insan yaşamını tasnif edilebilir veri noktalarına indirgeyişinin tüyler ürpertici bir örneğiydi. Bu dönüşüm, Giorgio Agamben’in “çıplak hayat” (la nuda vita) kavramıyla örtüşür: Siyasi ve kişisel kimliğin sıyrılıp atılması, kimin feda edilebilir olduğuna bir sistemin karar verdiği bir düzende bireylerin salt biyolojik varoluşa indirgenmesi.

Holokost’ta IBM’in oynadığı rol, teknolojinin kazara ortaya çıkmış bir yan ürünü değildi; aksine kâr amacıyla girişilmiş, soykırımı verimlilik ile optimize eden kasıtlı bir işbirliğiydi. Kamplarda binlerce insan işlenip öldürülürken IBM CEO’su Thomas J. Watson muazzam kârlar elde etti ve şirketin “her ne pahasına olursa olsun verimlilik” mirasını iyice pekiştirdi.

Ne var ki bilişim ile yönetim ve denetimin kaynaşmasında IBM’in dahli 1945’te son bulmadı. Plantasyonlarda emeği optimize eden ve Nazi Almanyası’nda soykırımı makineleştiren verimlilik odaklı mantık, 1945’ten sonra terk edilmedi -sibernetik, otomasyon ve veri yönetişimi çağında geliştirildi, yeniden amaca uygun hâle getirildi ve yeni bir yüzle geri döndü.

IBM’in savaş sonrası dönemde verimlilik ideolojisiyle kurduğu girift ilişkinin çarpıcı bir örneği, şirketin psikolog B.F. Skinner ile yaptığı işbirliğidir. Skinner, edimsel koşullandırma ilkelerini temel alan “öğretim makineleri” vizyonuyla eğitim sürecini makineleştirmeyi öneriyordu. Davranışçı ilkelerden esinlenen Skinner, öğrencilerin mekanik cihazlarla etkileşime girerek doğru yanıtları pekiştireceği ve geleneksel öğretimdeki verimsizliklerin ortadan kaldırılacağı otomatik bir eğitim sistemi tasarladı. IBM, bu erken dönem girişimleri destekleyerek, bilişimsel verimliliğin tıpkı endüstriyel üretimi ve savaş lojistiğini optimize ettiği gibi insan öğrenimini de şekillendirebileceği bir gelecek öngördü. Bu projeler tam anlamıyla hiçbir zaman hayata geçirilmese de, verimlilik arayışının fabrikaların ve savaş dairelerinin çok ötesine -toplumsal ve bilişsel gelişimin dokusuna- nasıl sızdığını gözler önüne seriyor.

Aynı zamanda savaş sonrası dönem, sibernetik alanının yükselişine sahne oldu. Norbert Wiener tarafından geliştirilen sibernetik, başlangıçta hem makinelerde hem de canlı organizmalarda iletişim, geri besleme ve denetim sistemlerini anlamaya çalışan bilimsel bir yaklaşım olarak tasarlanmıştı. Ancak kısa sürede ilk kapsamını aştı; sistem mühendisliğinin, yapay zekânın ve hatta siyasi ve ekonomik yönetimin temel teorilerinden biri hâline geldi. Sibernetik, modern dünyayı şekillendirmeye devam eden teknokratik bir yönetim vizyonunu başlatarak savaş döneminin veriye dayalı yönetim mantığını alıp yeni bir öngörücü modelleme, otomasyon ve algoritmik düzen çağının hizmetine sundu.

1950’ler ve 60’lar, sibernetik fikirlerin askeri stratejiye, endüstriyel otomasyona ve devlet planlamasına entegre edilmesine tanık oldu. Örneğin, ABD hükümeti erken yapay zekâ modellerini, nükleer caydırıcılık stratejilerini ve gerçek zamanlı savaş alanı karar alma sistemlerini geliştirmek için sibernetikten faydalandı. Pentagon’un Yarı Otomatik Yer Savunma (SAGE) sistemi -Soğuk Savaş tehditlerini işlemek ve onlara yanıt vermek üzere tasarlanmış erken dönem bilgisayar ağları- sibernetiğin askeri verimliliği nasıl otomatik bir gözetim ve anında tepki mantığına dönüştürdüğünün somut bir örneğiydi.

Sibernetiğin öngörücü denetim ve gerçek zamanlı uyum hayali, zamanla modern algoritmik yönetişime, yapay zekâ ve öngörücü polislik pratiklerine evrildi. Günümüzde yapay zekâyı besleyen Büyük Veri sistemleri ister devlet gözetiminde, ister finans piyasalarında, ister kurumsal yönetimde olsun, geri bildirim döngüleri, otomasyon ve gerçek zamanlı karar verme gibi aynı sibernetik prensiplerle çalışıyor.

Bugün yapay zekâya dayalı verimlilik modelleri, kurumsal işe alım kararlarından öngörücü polisliğe, finansal piyasa tahminlerinden otomatik tedarik zinciri lojistiğine kadar her alanda giderek daha fazla etkili oluyor. Veriye dayalı yönetişim yoluyla optimizasyon arayışı -ki bu doğrudan sibernetiğin mirasçısıdır- topluma öylesine derinden işlemiş durumda ki artık sadece ekonomileri ya da hükümetleri değil, bireylerin davranışlarını dahi biçimlendiriyor. Sosyal medyada kamusal söylemi şekillendiren algoritmalardan, sağlık, hukuk ve savaş alanında yapay zekâ destekli karar mekanizmalarına kadar bu etkiyi görmek mümkün.

Bu sibernetik evrimden doğan soru, verimliliğin ilerlemeyi sağlayıp sağlamadığı değildir artık; tam tersine, verimliliğin tanımını yapan sistemlerin denetiminin kimde olduğudur?

Ve tarihin gösterdiği gibi, tarih tekerrür eder -önce trajedi, sonra komedi olarak. Veya Antonio Gramsci’yi hatırlarsak: “Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor; şimdi canavarlar zamanı”. Gramsci’nin interregnum (ara dönem) olarak adlandırdığı -eski hegemonik düzenlerin çöktüğü, yenisinin ise henüz ortaya çıkamadığı bir kriz dönemi- tam da bugün içinde olduğumuz anı tarif ediyor. Geleneksel kurumlar sendelediğinde, gerici güçler ve fırsatçı sermayedarlar bu boşluğu dolduruyor; belirsizlik, istikrarsızlık ve siyasi aşırılıklarla dolu bir çağ yaratıyorlar.

Bugün kendimizi tam da bu interregnum içinde buluyoruz; Trump’ın yükselişi, aşırı sağın federal kurumlara sızması, Elon Musk gibi figürlerin temsil ettiği şirket‑devlet ittifakı ve Hükümet Verimliliği Departmanı’nın (Department of Governmental Efficiency, kısaca DOGE) denetimsiz gücü bunun başlıca göstergeleri.

Bu interregnumda, siyasi iktidar ile teknolojik nüfuzun kesişimi gitgide belirginleşti. Bir zamanlar teknolojik ve liberal ideallerin kalesi sayılan Silikon Vadisi, şimdi mevcut iktidarın ajandasıyla iç içe geçmiş durumda. Önde gelen teknoloji patronları -Elon Musk da dahil- hükümette önemli pozisyonlar üstlendi ve bu durum, rejimin yönelimini bir tür teknofaşizme kaydırdı. Tarihçi Janis Mimura, hükümet ve endüstri gücünün bu birleşimini “teknofaşizm” olarak tanımlıyor ve liberal........

© Bianet