menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sanat, yaratıcılık ve narsizm - 1

38 1
06.04.2025

Bir şarkı vardı: Sen yarattın beni / Bendeki güzeli / Bu güzellik beni sana mahkûm etti… İnsan insanı yaratıyor… Sonra da yarattığına âşık oluyor. Mitolojide Kıbrıslı Pigmalion var. Kadınlardan düş kırıklığına uğradığı için onlarla birlikte olmamaya karar veriyor; yeniden hayal kırıklığı yaşamaktan korktuğu için kadınlarla ilişkiden vazgeçiyor. Kendini sanata adıyor ve çok güzel bir kadın heykeli yapıyor. Ama yaptığı heykele âşık oluyor. Afrodit, aşkın ustası, heykele can veriyor…

Bize çok uzak görünüyor ama tam da öyle değil… Yarattığımızı, değiştirdiğimizi sevmek, kabul etmek. Evliliklerde, arkadaşlıklardaki tartışmalar ötekini şekillendirmeye de hizmet etmiyor mu? Ötekileri/bizim dışımızdakileri biz’leştirmek. Eşitlenmek aynılaşmaktı adeta. Ötekiler… Kafamızda yeniden biçimlendirdiğimizde, onları dönüştürüp kendi suretimizde bir fotokopimiz haline getirdiğimizde kabul ettik. Sanki onları olduğu gibi görmek gözümüze yakışmazdı… Kartal Tibet vardı, Ediz Hun… Sıradanlıktan münezzeh, idealleştirilmiş erkek güzelleri. Ve onların karşısına, köyden gelen kızlar çıktı: Güllüler, Kezbanlar… Kameranın gözünde o köy kızlarının doğallığı yeterli değildi. Önce şehirle tanıştırıldılar; saçları fönlendi, etekleri kısaldı, yüzlerine pudra serpildi. Dans etmeyi, gülümsemeyi, utanmamayı öğrendiler. Ve böylece, şehirlilere layık kadınlara dönüştüler. Onları “kurtardık.” Hikâyeleri daima bir “medeniyet vaadiyle” başlıyor, “dönüşümle” son buluyordu. Çünkü ancak değiştiklerinde sevilmeye değer bulunuyorlardı. Aynı zamanda iki yüzlüydük. Edalı sürmeli köylü güzeli türkülerimiz vardı. Köy ve köylü romantizmi. Orada bir köy var uzakta… Bizim köyümüz… Bu nefret ettiğimiz, köylü, kaba, görgüsüz bulduğumuz aynı zamanda da yücelttiğimiz, romantize ettiğimiz köylüler, milletin efendileri yani…

Sonra Kürtler geldi. Dağdan inen adamlar. Yüzlerinde rüzgâr izleri, bıyıklarında gelenek, konuşmalarında yaban… Onları da hikâyelere aldık — ama merkez değil, kenar yaptık. Şiveleriyle dalga geçtik, dilleriyle oynadık. Her yanlış telaffuz bir kahkahaya dönüştü. Aşağılandıkça sevimli bulundular. Ve biz bu sevimliliği ‘entegrasyon’ sandık. Modernlik adı altında neşeli bir aşağılama icat ettik. Oysa modernleşme çoğu zaman bir tür mecburi kılıktır. Bir yüz değiştirme töreni. Topkapı’da otobüsten inen genç kızlar soluğu ağdacılarda aldı. Saçlarına meç attırdılar, kaşlarını incelttiler, dillerine yeni kelimeler kattılar. Kendi hikâyelerini geride bıraktılar. Şehre ait olmanın bedeli, geçmişin gölgesinde kaybolmaktı. Belki de en acıklısı şu: Tüm bu dönüşümler, bir hayatta kalma biçimi gibi öğretildi bize. Oysa özünden uzaklaşan her beden biraz daha eksilir. Ve biz, benliğini yitirene “artık bizdensin” deriz.

Aslında çoğumuz ilişkilerimizde karşımızdakini değiştirmeye, ona kafamızda belirlediğimiz şekli vermeye çalışırken Pigmalion’a dönüşürüz. Sevdiğimizi sandığımız kişiyi kendimize göre düzenlemeye çalışıyorsak, aslında onu gerçekten sevmiyor, yalnızca zihnimizde idealize ettiğimiz son halini seviyoruzdur. Ve işte, bu “son hali” yaratabilmek için onu sürekli değiştirmeye çalışırız. Aslında olduğu kişiyi değil, olmasını umduğumuz kişiyi seviyor; onu o kalıba sokarak sevmeyi amaçlıyoruz…Aslında analiz etmek ve üzerine yazı yazmak için oldukça fazla malzeme var. Ama bugün konum bu değil.

Birçok dine göre insanı Tanrı yarattı. Yaratmak, tanrısal bir özellik olarak görülür, hatta yalnızca Tanrı’ya ait olduğuna inanılır. Belki de yaratma çabasındaki her sanatçı, bir anlamda tanrısal bir uğraş içindedir. Pigmalion anlatısında fetişizm, obsesyon ve narsizm gibi unsurlar vardır—bunlar sanatta ve sanatçılarda da sıkça rastlanan özelliklerdir. Sanatçının ritüelleşmiş çalışma ‘disiplini’ obsesiftir; ön çalışmaları adeta bir ibadet öncesi abdest gibidir. Yaratma bazen bir ibadet gibi yaşanır. Sapkınlık, perversion… Suç ve sapkın olanın, suçlu olmadan üretilmesidir belki de sanat…

Bazen yazılarımda da değindim… Sanat abartıdır. Sanat, insanın kendi parçalarından oluşur. Sanatçı, kendisindeki eğilimleri bazen eserindeki figürlere yansıtır (Janine Chasseguet-Smirgel, 1988, Kunst und Schöpferische Persönlichkeit = Sanat ve Yaratıcı Kişilik, s. 72). Sanat, insanın kendisini dışa vurumu; ona ait, bastırılmış yanlarını yansıtmasıdır biraz da. Okur veya izleyici, sanatçının dışa vurduğu kendisiyle karşılaşırken, aynı zamanda kendi içinde bastırdığı ya da dışa vuramadığı yanlarla da yüzleşir. Yani sanatçı-izleyici dinamiğinde yalnızca sanatçının yansıttıkları değil, izleyicinin sanatçıda fark ettiği yanlar ve kendisinden sanat eserine projekte ettiği unsurlar da devreye girer. Ayrıca, iki tarafın dışa vurulmayan, hatta belki fark edilmeyen bilinçötesi katmanlarının da kendi aralarında bir diyaloğu vardır. Bu, sanat eseri ile izleyici arasında karmaşık ve çok yönlü bir ilişki yaratır. Sanatçı, kendi içindeki bazı korkuları dışa vurur. İzleyici, bunu sanatçının korkuları ya da sanat eserindeki figürün korkuları olarak teşhis eder. Fakat bu sırada belki de kendi korkusuyla sanat eserinde karşılaşmaktadır. Sanatta, kişilerarası bir karşılaşma söz konusudur. Bazen insan, sanat aracılığıyla kendisiyle arasına mesafe (sanat eseri) koyarak, ve kendisne yabancılayarak da yüzleşir. Yani sanatçı kendisini anlatırken, aslında sıkça ben’den de söz ediyordur.

Sanat eserini bir rüyaya benzetebiliriz — senaristi, yönetmeni ve oyuncuları aynı bedende toplanmış bir rüya. Sanatçı, kimi zaman yarattığı figürlerle özdeşleşir; onların ruh haline yaklaşmaya, o ruha sızmaya, onu çözmeye çalışır. Cinayet romanındaki katili anlatan bir sanatçı, kendi içindeki karanlıkla yüzleşmeden, katilin gölgesine adım atar; ona duygusal bir yakınlık geliştirmeyi dener. Anlattığı kişi, belki de sanatçının benliğine tamamen yabancıdır — ama işte tam da bu yabancılıkta bir çekim vardır. Asıl soru şudur: Sanatçı neden cinayete, neden katile ilgi duyar?

Abartı, söylenene ve gösterilene büyüteçle bakmayı ve onları görünür kılmayı dener. Görünmezi, küçük ayrıntıyı büyüterek açığa çıkarır. Sanatçı, derdi olan insandır. Sanat dertlerle ilgilidir ama danışmanlık hizmeti vermez; sivil toplum kuruluşlarının işini üstlenemez yani… Sanat çatışmadan doğar. Sanatçının kendisiyle çatışması, toplumla çatışması… Sanat, iktidar olamaz. İktidar olduğunda çatışma anlamsızlaşır. Toplumla çatışma çoğu kez kaçınılmaz olarak iktidarla çatışmayı da beraberinde getirir. Burada iktidarla hükümeti kastetmiyorum. Bazen bir insan muhalif biri olabilir ama sanat dünyasında iktidar edinebilir. Sanattaki başarı sanatçıya güç sunar. Ancak bu güç, sanatçıyı iktidar sahibi yaptığında, sanatın gölgeleneceğini düşünenlerdenim…

Psikanaliz, başından itibaren ilgi alanını sedirde anlatılanlarla sınırlamadı (Chasseguet-Smirgel, s. 10). Sanat, Freud’un yazılarında da yer alır. Michelangelo’nun Musa’sı (Der Moses des Michelangelo), sanat eserinde sanatçıyı arayışıdır. Mitolojik anlatı analizleri, Ödipus söylencesi… Psikanaliz, o dönemde de günümüzde de sanatçılar üzerinde etkili oldu. Bu geleneği psikanalistler sürdürdü. Psikanalist Otto Rank bu konuda kapsamlı çalışmalar yaptı; mitolojik metinleri inceledi ve ayrıca sanat ve sanatçılar üzerine çalışmasını 1932’de yayımladı (Kunst und Künstler, 2000). Rank’e göre sanat, sanatçı için bir iş veya para kazanma aracı değil, bir var olma biçimidir (s. 316). Sanatsal üretim sürecini doğum sürecine, sanatsal ürünü ise dünyaya gelen bir bebeğe benzetir (s. 318). Sanat, söylenmemiş olanı söyleme, söylenmiş olanı ise farklı bir şekilde ifade etme çabasıdır. İşte bu noktada, bir şeyin daha önce söylenip söylenmediğini bilmek ve söyleneni farklı bir biçimde dile getirmek, o........

© Artı Gerçek