menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

CEVRİMİZİ ÇEKEN GÜZEL ÂŞIK: DÜNDAR TAŞER

19 0
02.06.2025

“Ağam niçin melûl oldun?

Aşk bahrinde gemin vardır.”

Rivayet odur ki Tanrı, yarattığı ruhlara Kâl-u Belâ’da tek bir soru sormuş: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Bazı ruhlar bu soruya “beli” cevabını vermiş.

Beli, evet ya da hayır gibi zıddı olan bir ifade değildir. Zıddı olmayan, başka türlüsünün mümkün olamayacağını zımnen kabûl eden bir tasdik ifadesidir. Başka bir deyişle, zıddı olmayan evettir de diyebiliriz. Beli, Kâl-u Belâ’daki beladan gelir. Can ocağında pişmeyen ruhlar belayı bir mûsibet, felâket olarak nitelendirirken Kâl-u Belâ’da Tanrı’nın varlığına şahitlik eden ruhlar, her belaya beli diyerek göğüs germişlerdir. Bela, Tanrı’nın varlığının delilidir. İnsanın yaratılış gâyesinin temelidir. Dünya hayatı da beli sözünü ispatlamak için yaratılmıştır. Cevir de buradaki bela ile eş anlamlıdır. “Beli” diyen, cevir çekmeye niyet etmiştir.

Rivayetin devamına göre “beli” diyen ruh, dünya hayatına indiğinde verdiği sözü unutmuş, nefsinin emrine girmiş ve unutuluş anlamına gelen “nisyan” sözcüğünden mülhem insan var olmuş. “İnsan, nisyanla malûldur” sözü de bu rivayetten doğmuş. Cevrimizi çeken güzel âşıklar ise Kâl-u Belâ’da verdiği sözü hiç unutmamış… Unutmadığı için cevir çekebilmiş.

Âşığam ben sana ruz-i ezelden / Sen benim canımsan / İster kulun öldür, ister çırağ et / Râzıyam her ne ki senden / Canan, hay canan, hay can gelirse senden diyen âşık, “beli”nin ne olduğunu haykırmış ve verdiği sözün cevrini nasıl çekeceğinin sırrını vermiştir: Ondan gelen her şeye râzı olarak… Hoştur bana senden gelen / Ya hilât yahut kefen / Ya taze gül yahut diken / Kahrın da hoş, lütfun da hoş… Gerek ağlat, gerek güldür / Gerek yaşat, gerek öldür / Âşık Yunus sana kuldur / Kahrın da hoş, lütfun da hoş demiş; “beli” diyerek ettiği kavli, dünyalık ve ahiretlik hiçbir menfaat karşılığında bozmamıştır. Öyle ki ondan gelen cehennem ateşi de olsa büyük bir gurur ve mahcubiyetle göğüs gerecektir. Çünkü ondan gelmiştir.

Gel yâr, seninle bir kavledelim diyen âşık, bu kavli Kâl-u Belâ’da etmiştir esasında. Bezm-i elest[1], bu kavilden ibarettir. Ondan gayrısını görmeyeceğine yemin etmiştir. Onunla ve onun için var olduğu, ondan münezzeh hiçbir varlığın anlamlı olmayacağı yüküyle can bulmuştur. Bedenle can arasındaki insana can veren, kavlidir. Bu gerçeği idrâk ettiğinden beri de “can” lafzına ayrı bir anlam yüklemiştir. Kırklar Meydanı’na vardım / Gel berû hey can dediler / İzzet ile selâm verdim / Gel işte meydan dediler diyen Şah, Kırklar Meydanı olarak nitelendirdiği yeryüzüne can olmaya gelmiştir. Onu; uzun ve meşakkatli, cevir dolu bir yol beklemektedir. İşte Dündar Taşer’in mücadelesi ve kırk yedi yıllık ömrüne sığdırdığı kırk yedi bin yıllık çilesi; Kırklar Meydanı’na girerek bulduğu canını, Kırklara karışarak vermesinin hikâyesidir. Kimi kırk yıl bir kazanda kaynar, çiğ kalır; kimi de kırk yedi yıllık ömrünü can ocağında kazanlar kurarak geçirir.

Onun ab-ı zemzem şerbetine batırdığı parmağı, Milliyetçi Türkiye’nin şerefli üç hilâlli sancağını çekeceğimiz gönderi göstermiştir. Bugün o gönder; ahdine vefâlı, sözüne sâdık nigâhbanlarını beklemektedir.

Âşık, Kâl-u Belâ’da verdiği sözü unutmayandır. Nisyana isyan eden kimsedir. Mâşuğunu, mâşuğu yolunda çekeceği cevri henüz arz yaratılmamışken kabûl etmiştir. Bu kabûl üzre yaratılmıştır. Dünya hayatı onun için iddiasını ispat etmenin bir aracıdır. Dünya; âşık, âşıklığını ispat edebilsin diye vardır. Cevir üzerine kuruludur. Dünya üzerinde yaşamış pek az kimse, âşıklığını ispat edebilme tâlihine sahip olmuştur. Dündar Taşer bu talihlilerden biridir. Herhalde Dündar Taşer’i tanımlayacak tek cümle de budur: Dündar Taşer; âşıklığını ispat edebilmiş, Kâl-u Belâ’da verdiği sözü tutabilmiştir. Türklükten, Türk’ten gelen her çileyi, cefâyı büyük bir hoşnutlukla çekmiştir. Türk’ten gayrı herhangi bir şeyle meşgûl olmamış, ondan gayrısını düşünmeyi dâhi küfür saymıştır. Türk gibi sevdâlanmış, Türk gibi imân etmiş hülâsa Türk gibi yaşamıştır. Türk’le öylesine bütünleşmiştir ki Türk onsuz, o Türk’süz yapamaz olmuştur. Onda; Türk’ün ruhu, gönlü, zarifliği vardır, gerektiğinde de Türk’ün hiddeti, öfkesi vardır. Hayatının her safhasında “kadife eldiven içindeki çelik yumruk” olabilmiştir. Türk’e fayda verene kadife; Türk’e zarar verene çelik olmak sırrını taşımıştır. “Serttir ama odun gibi değil elmas gibi, pırıl pırıl.”

Gündüz hayâlimde, gece düşümde diyen âşık gibi her lahzasını, uğruna mücadele ettiği ve mürüvvetini görmek için çabaladığı mefkûresiyle geçirmiştir. Oysa mefkûresine hiç kavuşamayacağını Kâl-u Belâ’dan beri bilmektedir. Çünkü o; Kızılelma’sını daima başka bir yere taşıyan, ideal insan olmaklığı da bir Kızılelma gibi gören, içinde vuslat olmayan hasret yüklü türkülerini gönül yangınından mülhem “yakarak” söyleyen bir medeniyetin çocuğu olma bahtına sahiptir.

Türk’ün; nesillerden nesillere aktarılan öğütlerinde, hikâyelerinde “ayağın taşa takılsa dön içine bak” olarak ele aldığı şuuru, “Durum muhasebesine hasımdan başlanmaz” sözleriyle ihdas etmiştir. Karşılaştığı her problemde evvela kendi vaziyetinin ve vazifesinin durumunu değerlendirmek büyük bir fazilettir çünkü insanoğlu, başkalarını suçlamaya müsaittir. Oysa suçlamak, insanın yapabileceklerini sınırlar, çözüm üretebileceği problemlerin içinde dahi çaresizce çırpınmasına sebep olur. Yanlış yaptığını düşündüğü insanı, doğrunun sathına çıkartma imkânına yüz çevirir. Karşılaştığımız problemleri çektiğimiz cevrin bir parçası olarak değerlendirmek ise hem başkalarıyla kurduğumuz bağı daha sıhhatli bir noktaya getirir, onların da potansiyelini görmemize yarar hem de idrakimizin her melekesini, özeleştiri yapmak için kullanmamıza vesile olur. Bu özeleştiri pek çok zamanda bizi cellatların kucağından alır. Özeleştiri, insanın temel ihtiyacıdır.

Milletlerin mukadderatını tâyin eden hamleler; önce bir şahsiyetin aklî ve hissî meziyetlerinde terennüm eder daha sonra bu terennüm belli bir satha yayılarak millîleşir. Şahsiyetin aklî ve hissî meziyetlerinde milletin rolü paha biçilemez olduğu için bu hamleler şahsî değil millî bir inikas uyandırır. Dündar Taşer, Türk’ün ebedî terennümünün ahenkli bir notasıdır.

Onun muhayyilesinde; mazlumlar, olgun şiirlerin dallarını yere eğdiği ağaçların gölgesinde dinlenir. Yârinin kirpik uçlarıyla gönüllerine resim çizen âşıklar ta ezelde, çöllerin olmadığı zamanda, çöllere düşer. O, her lahza; çöllere gizlenen bu vahayı ortaya çıkartır, ıssız gezegenlere eliyle dokuz şavklı yıldız yerleştirir, kuzulu ceylanı yâd avcıdan koruyan, ceylanın gözüne konan mor sineği dert edinen yiğitler yetiştirir. Türkiye’nin gözüne konan mor sineklerden kurtulmayı “mesele” edinir.

Henüz denizler yoktu, ben seni severken diyen şâir gibi; Türklüğe duyduğu sevdânın çetelesini tutan takvimlere meydan okumuştur. O Türk’e sevdâlandığında, Türk de ona sevdâlandığında henüz denizler........

© Yeni Ufuk Dergisi