menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Batı bağımlılığı ve jeopolitik kanser

57 36
05.10.2025

Cem Gürdeniz yazdı…

ABD ile devlet başkanları düzeyinde ne zaman bir görüşme olsa Ankara ciddi kazanımlar elde etmeden büyük tavizler veriyor. Ancak en önemlisi ülkemizin hegemonyaya, yani Batı’ya çıpalanması konsolide ediliyor. Türkiye 1952’deki NATO üyeliğinden sonra her zirve ya da her üst düzey buluşmadan sonra jeopolitik ve ekonomik tavizler verdi. ABD ve kolektif Batı tarafından kurtarılmış (örneğin Almanya, Japonya, İtalya, Fransa, Güney Kore vb.) ya da anayasası ABD tarafından yazılmış (Almanya, Japonya) bir devlet durumundaymışız gibi Batı bağlılığımız devam ediyor. Siyonist sermaye, önleyici saldırı anlayışı, sömürgeci gelenek, medya ekosistemi, neoliberal kapitalizmin ahlak ve vicdan anlayışı ile beslenen Batı’da kalarak iki şeyi kabul ediyorsunuz. Birincisi her an bölünme ve iç savaş tehdidi altında haraç ödemek. İkincisi, hegemonya uğruna ucuz kan olarak bir savaşta vekil devlet durumuna sürüklenmek. Batı’da kaldığınız sürece başka şansınız yok. Nasıl ki Rusya zengin petrol ve doğal gaz kaynakları ve geniş coğrafyası ile daima hegemonya ile finans kapitalin hedefinde olduysa, Türkiye de muhteşem coğrafyası ve kaynakları ile daima mevcut hegemonik finans kapitalin hedefinde olmuştur.

Bu Osmanlı döneminde Britanya hegemonyası iken, Atatürk dönemi (1923–1938) dışında Amerikan hegemonyası olmuştur. Diğer bir deyişle maalesef Cumhuriyet 1938 sonrası Batı’nın gölgesinde kalmayı, bağımsızlığı sulandırmayı tercih etmiştir. Akan yıllar içinde bu boyunduruğa dönüşmüştür. Türkiye, Batı’ya bağımlı kaldıkça bu kıskacın dışına çıkamaz.

Tarih boyunca savaş yalnızca devletler arası güç mücadelesi değil, aynı zamanda borç ve sermaye birikiminin en etkili aracı olmuştur. Modern çağda her büyük savaş, küresel finans kapitalin borçlanma mekanizmalarını genişletmiş, savaş ekonomisi aracılığıyla silah sanayisini beslemiş ve krizleri yönetilebilir kılarak yeni hegemonya düzenleri yaratmıştır. Borç piyasaları savaşla büyür; savaş sanayisi finansla beslenir, finans kapital ise yeni savaşlara ihtiyaç duyar. Bu kısır döngü, emperyalizmden neoliberalizme uzanan her dönemde kendini tekrar etmiş, “güvenlik” söylemiyle meşrulaştırılan savaşlar gerçekte küresel mali oligarşinin çıkarlarını garanti altına almıştır. Bu döngü, Batı merkezli finans kurumlarının modern dönemde kurduğu düzenin de özünü oluşturuyor. Bu konuda en önemli anı herhalde İnönü’ye aittir. Şöyle diyor: “Lozan’da İngiliz delegesi Lord Curzon ve Amerikan delegesi oturuyorduk. İngiliz delegesi bana dedi ki: ‘Lozan Anlaşması’ndan memnun ayrılmıyoruz. Hiçbir dediğimizi yaptıramadık. Harap bir memleket alıyorsunuz. Bunu imar etmeyecek misiniz? Neyle, nasıl yapacaksınız? Para bir bende var, bir de şu Amerikalı’da (Amerikan delegesini işaret etti). Yarın geleceksiniz, para isteyeceksiniz; o zaman bugün reddettiklerinizi cebimden çıkarıp size göstereceğim.’ Ben de kendisine şu cevabı verdim: ‘Bizim buradaki istediğimiz, müstakil, medeni bir devlet olarak bütün şartlarını sağlamaktır. Bunu temin ettikten sonra sulh olursa, geliriz, o zaman istediğinizi yaparsınız.’”

Evet yapıyorlar. Atatürk sonrası başa gelen çapsız ve vizyonsuz siyasetçiler sayesinde IMF ve benzeri yapılar, Türkiye gibi yükselme potansiyeli taşıyan ülkeleri defalarca borç-faiz kıskacına sokarak bağımsız kalkınma hamlelerini felce uğrattı. Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresi’nde vurguladığı gibi, “Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kalıcı olamaz.” Dolayısıyla mesele devletlerin güvenliği değil; küresel finans kapitalin sürekli kriz ve savaşlarla kendi iktidarını sürdürme arzusudur. Bugün de aynı döngü işlemektedir. Sermayenin krizden çıkış yolu yeniden savaş ve yıkım üzerinden inşa edilmektedir. Rusya, geniş coğrafyası ve enerji zenginlikleri nedeniyle hep hedefte oldu. Türkiye de aynı şekilde, boğazları, enerji koridorları, genç nüfusu ve üretim kapasitesiyle küresel sermayenin gözü önünde. Batı’nın gözünde Anadolu, 1909 Reval görüşmesinden bu yana bağımsız bir milletin yurdu değil, paylaşılacak bir ganimettir. Bugün Türkiye üretim yerine borçla, yatırım yerine faizle ayakta tutulmaya zorlanıyor; bu da Batı’nın klasik sömürü düzeninin modern versiyonu, yani haraç mekanizmasının günümüzdeki adıdır. Dolayısıyla küresel finans kapitalin savaş arzusu yalnızca cephelerde değil, ulusların ekonomilerini görünmez zincirlerle bağlayan borç düzeninde de kendini göstermektedir. Türkiye’yi özellikle 1950 sonrası yönetenler de Kemalist kalkınmacı siyaset yerine batı finans sitemine çapalanmayı ve 1980 sonrası neo liberal ekonomik sistemin vekiline dönüşmeyi tercih ettiler. Başarılı da oldular. Bugün gelir dağılımı eşitsizliğinde, enflasyonda, yoksulların açlık sınırına sürüklenmesinde en üst ligdeyiz. Buna rağmen hala tüketiyoruz.

Türkiye 1952’den bu yana ABD kenar kuşak jeopolitiğinin çıkarları için kullanıldı. Siyasiler ve yüksek askeri komuta kademesi bu tuzağa yıllarca düştü. Türk askerini NATO’nun büyükleri ucuz kan olarak gördü. Askeri darbelerin pek çoğu Türkiye’nin kenar kuşakta kalmasını sağlamak ve Sovyetlere yaklaşmasını önlemek üzere yapıldı; böylece kendi çıkarlarına uygun şekilde komünizm ile mücadelede Türk ordusunu Türk halkına karşı kullandılar. Bu arada dinci ve bölücü siyasete vasat bir demokrasi ile yol verdiler. Kemalizm’i yok etmeye yeltendiler. Soğuk Savaş sonrası koşullar değişti. Bu kez kılcal damarlarına kadar FETÖ militanlarını doldurdular. Türk iç siyasetini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirdiler. Kore Savaşı‘nda 700’ü aşkın evladını kaybederek Batı’ya sadakatini ispat eden Türkiye, o sayede NATO’ya girdi. Soğuk Savaş yılları boyunca kanat ülke rolünün bedelini ağır ödedi. Kıbrıs’a 1964 ve 1967’de sadece havadan müdahale edebildik. Karşılığında ABD başkanlarından tehdit mesajları aldık. 1974 yılında adaya müdahale etmenin bedelini ambargolar, Ermeni terörü, ülke içinde iç savaşa varan çatışmalarla ve 12 Eylül 1980 darbesi sonrası Yunanistan’a verilen tavizlerle ödedik. Soğuk Savaş sonrası NATO’nun sorumluluk alanında olmadığı halde Afganistan’da Batı’nın yükünü sırtlayarak, Irak krizlerinde sürekli ateş hattında kalarak bu bağımlılığın faturasını göçler, güneyimizde Irak Kürdistanı’nın kurulması ile ödedik. Libya’nın ve Suriye’nin çöküşünde Batı’nın ve NATO’nun sadık müttefiki ve öncü vekilleri olarak rol aldık ve büyük ekonomik kayıplara uğradık. Türkiye bu süreçlerde ulusal çıkarlarından ziyade Batı’nın güvenlik mimarisine hizmet eden bir aktör olarak konumlandırıldı. Bu hem tarihimize hem sosyal yapımıza aykırı utanç verici bir sonuçtu. 2008 sonrası Batı istihbarat örgütleri ile paralel yapıda içimizde örgütlenmesine izin verilen ve hatta teşvik edilen FETÖ yapılanması ile ordu ve donanmanın komuta kademesi kumpas davalar ile tasfiye edildi. Amaç Türkiye’nin NATO, ABD ve AB bağımlılığını konsolide etmekti. Ancak ters tepti. FETÖ 15 Temmuz 2016’da NATO himayesinde Anadolu’ya........

© Veryansın TV