1984'ten Cesur Yeni Dünya'ya: Özgürlüğün Kaybolduğu İki Yol
Orwell’in 1984’ünde karşımıza çıkan dünya, korkunun, baskının ve sürekli gözetimin hâkim olduğu bir cehennemdir. İnsanlar Büyük Birader’in her an her yerde onları izlediğini bilerek yaşar. Düşünce özgürlüğü yoktur; çünkü düşüncenin kendisi bile suç sayılmaktadır. Dil, Yeni Söylem adı verilen yapay bir biçime indirgenmiş, insanın düşünme kapasitesi sistemli bir şekilde daraltılmıştır. Gerçeklik, Parti’nin ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden yazılır; geçmiş, bugüne göre şekillendirilir ve birey, bu yalanlar içinde gerçeği ayırt edemez hale gelir. Romanın başkahramanı Winston Smith, bu boğucu düzende gerçeği arayan bir adamdır. Winston’un isyanı, aslında insan kalabilmenin son çırpınışıdır. Aşkı, sevgilisi Julia ile yaşadığı ilişki, duygusal bir başkaldırıdır ve Partiye karşı atılmış tehlikeli bir adımdır. Julia, Winston’a göre sistemin yalanlarını daha içgüdüsel bir şekilde reddeder; onun isyanı entelektüel duruşunda değil, bedensel ve anlıktır. Ancak ikisinin de direnişi sonuçsuz kalır. O’Brien adlı Parti üyesi, Winston’un umut bağladığı bir müttefik gibi görünse de aslında sistemin sadık bir bekçisidir. O’Brien, Winston’u yakalayıp zihnini ele geçirir, ona bireysel özgürlüğün ve hakikatin olanaksızlığını öğretir. Winston en sonunda kendi zihninde bile özgür olmadığını, hatta Büyük Birader’i sevdiğini kabullenmek zorunda kalır.
Buna karşılık Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında çizilen tablo çok daha parlak, çok daha ‘‘mutlu’’ bir dünyadır. Burada insanlar baskı altında olduklarını bile bilmezler; çünkü sistem onları mutlu edecek şekilde tasarlanmıştır. İnsanlar laboratuvarlarda üretilir, daha doğmadan hangi sınıfa ait olacaklarına karar verilir ve çocukluktan itibaren şartlandırılarak sisteme uyumlu bireyler haline getirilirler. Acı, hastalık, yaşlılık gibi insan deneyimlerinin çoğu ortadan kaldırılmıştır. Bunun bedeli ise bireysellik, özgür irade ve derin düşüncenin tamamen silinmesidir. Toplumun üyeleri haz ve konfor peşinde koşar; soma adı verilen uyuşturucu mutsuzluğu bastırır, anlam arayışının yerine geçer. Bu yapının içindeki karakterler, sistemin farklı yüzlerini temsil eder. Örneğin Bernard Marx, yapısal olarak sistemin standartlarına uymadığı için kendisini rahatsız hisseder; boyu ve görünümü Alfa kastının beklentilerini karşılamaz ve bu yüzden derin bir yabancılık hisseder. Ancak onun isyanı da sahtedir; Bernard aslında sistemin nimetlerinden mahrum kaldığı için ona öfkelenir. Özgürlük değildir derdi daha çok kabul görmek ister. Helmholtz Watson, Bernard’dan farklı olarak gerçekten bireyselliğe ve yaratıcı ifadelere özlem duyar. Helmholtz, sistemin dayattığı yüzeyselliği aşmak, derin anlam peşinde koşmak ister ama bu onu toplumdan uzaklaştırır.
Ve en çarpıcı figür, John the Savage (Vahşi John)’dur. John, modern toplumun dışında, ilkel bir rezervasyonda büyümüş, geleneksel insani değerleri içselleştirmiştir. Cesur Yeni Dünya’nın steril, haz odaklı, yapay mutluluğunu gördüğünde dehşete kapılır. Onun acı çekme, yalnız kalma ve özgür olma isteği, toplumun ona sunduğu kolay mutluluğu reddetmesine neden olur. John’un trajedisi, insan ruhunun derinliklerini yadsıyan bir sistem karşısında yalnız ve güçsüz kalmasıdır. O, özgürlüğü seçer; ama bu özgürlük, toplumun anlayamayacağı bir yalnızlıktır ve sonunda kendini yok ederek son bulur.
Orwell’in dünyasında insanlar zincirlenmiştir ve zincirlerinin ağırlığını her an hissederler; Huxley’nin dünyasında ise insanlar zincirlenmiş olmaktan memnundurlar, çünkü zincirler altınla kaplanmıştır. Orwell, baskı ve korku yoluyla özgürlüğün nasıl yok edileceğini gösterirken; Huxley, haz ve konfor yoluyla insanların özgürlüklerini nasıl gönüllü olarak terk ettiklerini anlatır. Biri dışsal zorlamayı, diğeri içsel gönüllü........
© tarihistan.org
