Gönülleri Allah’a Çağıran Ses Mevlânâ
Mevlâna Celâleddin-i Rumî fitnelerin çoğaldığı bir asrın müceddidi olmuştu. Mevlânâ'nın ismi daha küçükken çevrede fazilet ve irfanı sâyesinde "istikbâlin büyük insanı" intibaını uyandırmıştı. Konya'ya yerleşmesi de ilhâmî bir hâdiseye dayanır. Sultan Alâaddin onu bir medreseye yerleştirdi. Orada çevresine ilim ışıkları saçtı. Mevlâna Fazilet Sahibi Bir Zattı Mevlâna'yı "hümanist bir ozan" şeklinde takdim etmek, Mevlânâ'nın Kur'an'a, Resûlüllah’a (a.s.m.) dayanan manevî fazilet menba'larını gözardı etmektir. Hümanistliğin özünde bulunan inkârcı fikirler, Mevlânâ'nın hayatında ve tefekkür dünyasında asla yoktur.
Orta Asya'nın Türkistan bölgesinin (Bugün Afganistan sınırlan içerisinde) Belh şehrinde (Hicri 672, Miladi 1207) tarihinde dünyaya gelen Mevlânâ'nın asıl ismini babası ve devrin en büyük âlimlerinden olan Sultanül Ülemâ Baha Veled, "Muhammed Celâleddin" olarak koyar. Geleceğin büyük Mevlânası, küçük Celâleddin böylece fazıl ve âlim bir babanın ikinci oğlu olarak annesinin ve yetişkin müridlerin terbiyesi altında büyüyor ve "İnsan-ı Kamil" mertebesine yükselmek için gayret gösteriyordu. Belh şehrinin büyük âlimlerinden olan Fahreddin-i Râzî ile bir îtikad meselesinden dolayı arası açılan Baha Veled Belh'ten ayrılmaya karar verir. Kendisinin de nereye yerleşeceğini bilmediği halde Belh şehrinden ailesi ile birlikte ayrılır.
Baha Veled'in Belh'ten ayrılırken son sözü şöyle olmuştu: "Ben gidiyorum... Benim ardımdan çekirge sürüsü gibi dünyaya yayılan Moğol askerleri, Horasan ülkesini zapdedecek, Belh halkına ne yazık ki ölümün acı hakikatını tattıracaktır." Ve Baha Veled'in göçünden kısa bir müddet sonra Horasan ülkesi 1214 yılında Cengiz'in vicdan, merhamet nedir bilmeyen çapulcu sürüsü tarafından yakılıp yıkılmış, halkı ise merhametsiz bir şeklide vahşice kılıçtan geçirilmiştir. Sultan Baha Veled'in kafilesi yola çıkmış ağır ağır yol alarak menzile ulaşmaya çalışıyordu.
"Bu kervan ki, yükü ne altın, ne gümüş, ne dünya nimetlerini, ne Hind'in amberini, ne de Çin'in ipeklisini taşıyordu. Bu kervan; ilim, kitap ve nur yüklüydü. Ne muhafızı, ne silâhı ve ne de kılavuzu vardı. Muhafızı Allah, kılıcı iman, kılavuzu ilimdi." Kafilenin İlk durağı Nişabur şehri olmuştu. Bir iki günlük dinlenmeden sonra kafile tekrar yola koyulmuş, kervan Bağdat'a doğru yol alıyordu. Kafilenin Bağdat'a yaklaştığını anlayan Bağdat Halifesi Sühreverdi Baha Veled'in dizini öpmüş ve kendi konağına davet etmişti. Baha Veled imamlara medrese daha münasiptir, diye bu daveti kabul etmedi ve Bağdat’ın büyük camilerinden birine bir kaç günlüğüne yerleşti.
Bu zaman zarfı içerisinde Bağdat halkına çeşitli vaazlar vermiş ve onları coşturmuştu. Kafile tekrar yola koyulur, önce Kûfe şehrine oradan da Mekke'ye hareket eder. Mevlana ve babası derin bir huşu içerisinde Kâbe’yi tavaf etmiş, her Müslümana farz olan hac borcunu da böylece eda etmişlerdi. Mekke'den Medine’ye geldiler. Burada peygamberimizin türbesini ziyaretten sonra kona göçe Kudüs'e geldiler. Medine'den Karaman'a… Yolculuk aylarca sürmüş, kızgın çöller sabır ve sükûnet içerisinde aşılarak, Şam şehrine gelinmişti. Burada kendisine yapılan bütün ısrarlara rağmen, "Allah yurdumuzun Anadolu topraklarından olmasını buyuruyor. Bizim durağımız Konya şehri olacaktır" diyerek kafile tekrar yola koyuldu.
Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yoluyla Karaman'a geldiler. Karaman'da da bir müddet kaldılar. Bundan sonra Mevlâna, önce annesini bir müddet sonra da ağabeyini kaybetti. Bu hadiseler Mevlâna'yı can evinden vurmuştu. Ancak O bu ayrılığın geçici bir ayrılık olduğunun şuurundaydı. Bir müddet sonra kendisinin de onlara kavuşacağını biliyordu. Ölümü, sevgiliye ve sevdiklerine bir kavuşma olduğunu bildiği için bütün gücüyle kendisini iman hizmetine adadı. Mevlâna'mn gün geçtikçe ismi etrafa yayılıyor, herkes ondan ders almaya başladı. Bu haberi duyan Selçuklu Sultanı I. Alâaddin Keykubat Mevlâna'yı Konya'ya davet etmiş ve Mevlâna da bu daveti kabul ederek Konya'ya yerleşmek üzere hareket eder. Konya halkı büyük bir heyecan ve kalabalıkla Mevlâna'yı karşılarlar.
Sultan Alâaddin Mevlânâ'nın arzusu üzerine onu bir medreseye yerleştirir. Artık Mevlana millete vaazlar vererek ümit ve yaşama sevincini aşılar. Günlerden bir gün Mevlâna camilerden birinden vaazdan dönerken aniden eline iki çıplak kolun yapıştığın hissederek ve daldığı mütefekkir düşünceden silkinerek uyanır. Mevlânâ'nın aniden yolunu kesen bu kişi, yıllar önce Şam'da gördüğü ve Bir daha görmeyi istediği halde kendisinden haber alamadığı Şems-i Tebrizî'dir. Artık iki deniz birbirine kavuşmuştur. Mevlânâ'nın devamlı Şems'le meşgul olması müridleri arasında huzursuzluğa sebep oldu. Bu durumdan müteessir olan Şems, bir sır olup ortalıktan birden kayboldu. Bu aniden kayboluş Mevlâna'ya çok dokunmuş acı ve hasret dolu şiirler söyletmiştir.
Artık ayrılığa dayanamayan Mevlâna, oğlu Sultan Veled'i Şems'i bulup tekrar Konya'ya getirmesi için yola çıkarır. Veled Çelebi uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Şems-i Tebriziyi Şam'da bularak Konya'ya getirir. Şems'in Konya'ya gelişi ve Mevlâna'yla tekrar buluşması bir hadise olur. Artık Mevlâna coşuyor ve bu cezbeyle eşsiz şiirler söylüyordu. İki dostun yine birbirine olan sevgisini çekemeyen bazı kişiler Şems'i bir gece "ziyaretçin var diyerek dışarı çağırır ve onu öldürürler. Ancak bu hadise kaynaklarda ihtilaflıdır. Asıl bilinen olay, Şems'in ortadan aniden kaybolmasıdır. Artık orada mı veya başka bir yerde mi öldüğü meçhulümüzdür.
Şemsin ortadan kaybolmasından sonra Mevlâna dalgın dalgın Konya çarşısında dolanırken Kuyumcular Çarşısında Selâhaddin Zerkûbi adından bir kuyumcunun çırakları altınları ince levha haline getiriyorlardı. Bu levhalardan ahenkli bir ses işiten Mevlâna bu sesi duyar duymaz hemen kendinden geçmiş ve semâ'a başlamıştı. Ona göre Selâhaddin çıraklarına hiç ara vermeden çekiçleri vurmalarım söyler. Ve kendisi de Mevlâna ile birlikte dönmeye başlar.
Mevlâna Şems'i kaybetmiş ama Selâhaddin'i bulmuştu. Fakat Selâhaddin Zerkûbi de kısa bir müddet sonra bu dünyadan göç eyledi. Artık Mevlâna bu ayrılıklara şiirler söylüyor, bu şiirlerden Mesneviler, Divan-ı Kebirler meydana geliyordu. Herkesin başına geleceği ölüm Mevlâ-na'nın da başına gelecekti. Günden güne sararıp solan Mevlâna senelerdir aşkıyla yanıp tutuştuğu ebedi arzusuna kavuşuyordu. O ölümden hiç bir zaman korkmamış ve ölümü gülerek karşılamıştı.
Mevlâna'nın felsefesine göre “ölüm, idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkiraz değil, ebedi bir ayrılık değil, yokluk değil, tesadüf değil, belki bir Fâil-i Hâkim-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Asıl vatanına bir sevkiyattır. Bütün ahbabların bulunduğu berzah âlemine bir kavuşma kapısısıdır.” Mevlâna buna inanmıştı ve 17 Aralık 1273 tarihinde o da inandığı vatan-ı aslisine ve sevdiklerine kavuştu. Mevlâna bütün dünya tarafından sevilmiş ve sayılmıştır. Fakat bazı bozuk ve sapık fikirliler, Mevlânayı kendi batıl felsefelerine alet ederek Onu "Hümanist" olarak tanıtmaya çalışmışlar. Tek kelime ile Mevlâna hümanist değildir. Hümanist kelimesinin sözlükte karşılığı aynen şöyledir. Edebiyattaki manası: İslâmiyet’e ters düşen ve aykırı olan bir akım olup Yunan ve Latin edebiyatının taraftarlığını yapmak anlamına gelmektedir. Felsefedeki manası ise: İnsanın menfaatini hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tabii olmayan insana aşırı hâkimiyet vermek isteyen materyalist bir akım ve ve sapık bir nazariyedir. Bu tarifin, ışığı altında Mevlâna'yı Hümanist olarak tanımak büyük bir cahillik ve vicdansızlık olur.
Hümanizma fikrine ilk olarak Yunanlılar, daha sonra da materyalistler sahiplenmişler. Hümanizma fikrine göre bütün insanlar sevilmeliymiş! Evet, biz Yunus'un dediği gibi sadece insanı değil, bütün varlıkları Allah'ın harika birer sanat eseri ve Onun isimlerini yansıtan birer ayna olduğu için severiz. “Elif okuduk ötürü, Pazar eyledik götürü. Yaratılanı hoş gördük, Yaradandan ötürü...” Evet, Meviâna Hümanist değildi. O hiç bir zaman Kur’an ve Sünnetin çizgisinden çıkmadı.........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Waka Ikeda
Daniel Orenstein
John Nosta
Grant Arthur Gochin