menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Suç ve ‘Ceza’sızlık

21 1
31.08.2025

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin o ünlü romanı Suç ve Ceza’yı hemen hemen hepimiz okumuşuzdur. Bu eserde “tartışılan ana kavram nedir?” diye sorsak, pek çok kişi hiç düşünmeden adalet diyecektir. Haksız da sayılmazlar. Dostoyevski’nin bu romanda en görünür biçimde tartıştığı kavramdır bu. Zaten eseri hiç okumadan sadece ismine bile baksanız bu cevabı kolaylıkla verebilirsiniz. Ancak bu metnin aslında temel kavramı adaletin de ötesinde ahlaktır.

Dostoyevski, ilk başlarda kendisini diğer insanlardan farklı, aslında biraz da üstün gören genç kahramanı Rodion Romanoviç Raskolnikov’un içsel dönüşümü üzerinden, bu süreçte yaşadığı vicdani acıdan yola çıkarak anlatır bize ahlaki problemi.

Daha önceki yazılarda da defalarca değindiğimiz üzere ahlak, bir toplumu bir arada ve ayakta tutan, bir başka deyişle bireyin toplum içerisinde yaşayabilmesini sağlayan en temel öğedir. Toplum içerisinde ahlakın varlığını mümkün kılan en temel öğe ise adalet… Peki adaleti ayakta tutacak şey ne? Hiç şüphesiz yasalar ve hukuk.

Bir ilke olarak adalet değişmez olsa da diğerleri değişebilir. Yasaları, hukukun işleyiş kurallarını hatta bir toplumun sahip olduğu ahlaki değerleri değiştirebilir, dönüştürebilirsiniz. Raskolnikov da bu düşünceden hareketle kendisini adeta kahramanı yaptığı bir dönüşüm teorisi atar ortaya. O da Napolyon ve Hz. Muhammed gibi bu ahlaki dönüşümü gerçekleştirebileceği düşüncesine kapılır ve bu uğurda cinayet işler. “Ben kendimi ne Muhammed ne de Napolyon sayıyorum… Ve ne de bunlara benzer biri. Bu duruma göre de onların yerinde olmadan, onlar gibi olsaydım nasıl davranırdım, şeklindeki bir soruya, sizin için doyurucu olabilecek bir karşılık veremem.” dese de kendi dönüştürme iddiasını tarihten bu kişilikler üzerinden tanımlar.

O, işlediği bu cinayeti meşru görmektedir. Bunun argümanı olarak da tefeci kadını toplumun iyiliği için öldürdüğünü söyler kendine. Dahası, ona göre ‘iyi’ bir amaçla yaptığı bu eylem, yasalar karşısında bir suç olsa da ahlaki açıdan ‘kötü’ olarak yargılanamaz. Buradan hareketle de bu suçun ‘cezasız’ kalması gerektiğini düşünür.

İşte bu nokta çok önemli. Dostoyevski, Raskolnikov’un ahlaki serüvenini ‘suç’a karşı ‘ceza’ ile değil, ‘cezasızlık’ kavramıyla başlatır aslında. O, toplum adına kendisinde hak gördüğü öldürme eyleminin ardından cezasızlığı da kendisinde hak olarak görmektedir. Ancak vicdanı peşini bırakmaz ve sonunda onu esas cezalandıran yasalar değil, cezasızlığın verdiği vicdan azabı olur.

Raskolnikov’un vicdan hikâyesi elbette bireysel bir yolculuk. Peki ya toplumun vicdanı? O ne hâle gelir cezasızlık karşısında?

Geçen haftaki yazı ahlaksızlığın bulaşıcı olması hakkındaydı. Suç işleyenlerin bir kısmına gerekli cezayı vermeyen devlet, toplumun vicdanına adaletsizlik tohumlarını da ekmeye başlar. İşte bu, geçen haftaki yazıda belirttiğim ahlaksızlığın bir salgın hâline gelmesi için uygun ortamın yaratılması sürecidir.

İktidar demokratik olmayan yöntemlerle yargıyı kontrol etmeye başladığında, kendi elitlerini(!) de koruyup kollamaya, suç işleseler de onları cezasızlıkla ödüllendirmeye başlar. Bu cezasız kalan kesim Raskolnikov gibi vicdani bir iç hesaplaşmaya girmeyip, ahlaki olarak dönüşmediği sürece toplumun vicdanı zedelenir. İşte bu da bir çeşit suçluluk (ahlaksızlık) bulaşına neden olabilir. Suç işleyenler yeterli ceza almadıklarında, bu durum diğer potansiyel suçlular için cesaretlendirici bir ortam yaratır. Hatta suç işlemeye niyeti olmayanları bile suç işlemeye teşvik edebilir. İnsan, suç işlediğinde bunun cezasını çekme ihtimalinin düşük olduğunu........

© Gazete Pencere