Beynelmilel Belgrad Beldocs’tan belgeseller
Son Cannes film festivalinde Nouvelle vague filmi Altın Palmiye’yi yönetmen Richard Linklater’a kazandırmamış olsa da iddialı projenin seyircilerin gönlünde taht kurduğu muhakkak. Türkçede Serseri aşıklar olarak bilinen, Fransız Yeni Dalga akımının ilk örneklerinden Godard imzalı À bout de souffle’un çekim aşaması bir belgesel edasıyla beyaz perdeye aktarılırken, nostaljik deneyin sinemaya saygı duruşu niteliğini layıkıyla taşımadığını kim söyleyebilir?
Benzer estetik çabalarla çekilmiş Sekreterlikten sevgilerle (Pozdrav iz sekreterijata/Greetings from the secretariat) adlı deneysel belgesel de bizi sanki Yeni Dalga’nın tekinsiz atmosferine taşıyor. Bilhassa o dönem sinemasının caz müziğiyle dansı Bebop ve Cool caz tınılarıyla tekrar şahlanırken, siyah beyaz çoğunluklu görüntülerin kasvetli bir geçmişi bize tenimizde hissettirdiği kesin.
Uluslararası çapta deniz turizminin gözde diyarlarından Hırvatistan’ın bir adasına misafir oluyoruz.
Fakat gönül eğlendirmek için ziyaret edilen “cennetvari” her yer gibi mevzubahis adanın diğer yüzünü, deyim yerindeyse kirli çamaşırlarını görmezden gelemiyoruz.
Ne de olsa diyalogsuz filmin tümü terk edilmiş bir polis karakolunda tesadüfen bulunan onlarca fotoğrafın kolajından müteşekkil. Yugoslavya coğrafyasının geçirmiş olduğu muhtelif dönemlerden kalmış suç mahalli incelemelerinin fotoğrafları adeta resmigeçit şeklinde gözümüzün önünden akıp geçiyor. Suçların işlendiği yerde delil bulmak, tespit etmek, korumak ve analiz etmek için tamamlanması öngörülen bilimsel ve teknik sürecin kuralına uygun şekilde yürütülüp yürütülmediği belirsiz, fakat filmin üzerinizde “pis” bir enerji bırakma ihtimali gayet yüksek. Ne de olsa fotoğrafların genel hali, kompozisyonu, baskı kalitesi, olay yerini net değil de flu şekilde yansıtması, bazı memurların vazifelerini âdet yerini bulsun diye ifa ettikleri seçeneğini akla getiriyor.
Ülkenin röntgenini çekmiş gibi muhtelif dönemlerde gezinirken Hint keneviri tarlasından nezih plaj manzaralarına, trafik kazalarından polis tarafından el konmuş, avlanması yasak deniz ürünlerine, hayli geniş bir skalayla karşı karşıyayız. Filmin yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde adını gördüğümüz İvan Ramljak ve eserin prodüktörleri Kreativni Sindikat (Yaratıcı Sendika) kendine has belgeselin aurasını mükellef bir ses tasarımıyla da taçlandırıyorlar. Beldocs’ta yer alan 2025 Hırvatistan yapımı 24 dakikalık eser bizi kırık bir gözlük, makilerin arasından çıkarılmış, şahsi eşyalarla dolu küçük bir bavul, suyla dolu bir küvet gibi teferruatlarla tanıştırırken düşüncelere dalmak, senaryolar yazmak, hüzünlenmek veya dinamiklerle özdeşleşmek ihtimallerden bazıları.
Şiddetli mazisiyle tanınan coğrafyada asfalt sokaklara boyayla yazılmış sloganların da polis radarına yakalandığına şahit oluyoruz:
“Kim ki adada yeni bir yol açmak için bu çizgiyi aşarsa öldürülecektir. (imza) Halk “.
Yugoslavya’daki din ve millet farklılıklarının çatışmasını fazlasıyla ifade eden “ Rakiyaya ve şaraba ihtiyacımız yok. Kninli Çetniklerin kanını istiyoruz” gibi yazılar da çarpıcı.
“Tito yüz kere ölsün”, “Müslüman piçler dışarı”, “Silah istiyoruz” gibi yazılı sloganların dışında suç teşkil ettiği anlaşılan, fazlasıyla enflasyona uğramış işaret ise gamalı haç.
Coğrafyanın tüm çalkantılı dönemlerine şahit olmuş karikatürist, çizgi roman yaratıcısı, animasyon sanatçısı ve film yönetmeni Borivoj Dovniković Borda hakkındaki belgesel de bize geniş spektrumlu bir bakış açısı sunuyor. Adını yönetmen ve ses kaydı haneleri dışında, Drago Kekanović‘le beraber senaryo hanesinde de gördüğümüz kadın sinemacı Jelena Novaković dünya çapında meşhur sanatçıya son dönemlerinde kamerasıyla eşlik etmiş ve filmiyle kahramanına saygı duruşunda bulunmuş.
1930’da doğup 2022’de müteveffa olmuş Borda, yaratıcı meslekleri icabı sözünü bilhassa bürokratlar ve üst düzey yetkililere yönelik olarak pek sakınmamıştı, fakat ülkenin lideri Tito hakkında mizahi yaklaşımlara tahammül edilmediğini de gayet iyi biliyordu.
Sloven ve Sırp ebeveyne sahip olup ömrünün çoğunu günümüzde Hırvatistan boyunduruğundaki topraklarda geçirmiş olması coğrafyanın bir zamanlar ne kadar ahenkli bir toplumsal mozaiğe sahip olduğunu muhakkak ki ispatlıyor. Krallıktan Cumhuriyete geçiş, Bağlantısızlar hareketi, Yogoslavya’nın akabinde dağılması Borda’nın birebir yaşadığı dinamiklerden sadece bazılarıydı. Memleketi düşmandan kurtaran Partizanları çizdi, her zaman barış ve demokrasiden yana oldu; sansürle adeta sörf yaptı. Zagreb Animafest festivalini başlattı, 66 sene sonra deyim yerindeyse “kendi” festivalinde onur ödülüne layık görüldü.
Belgeselin yaratıcısı Jelena, yaşlı olmasına rağmen çalışmaktan geri durmayan kahramanının hususi dünyasına seyirciyi dahil ederken kamera Borda’nın ikametgâhında gezinip duruyor, sualler, cevaplar, sohbetler, istikballe alakalı planlar, şefkatli bir üst ses gibi bize eşlik ediyor.
Borda’nın ünlü animasyon filmlerinin birinden yola çıkılarak Yürümeyi öğrenmek 2 (Škola hodanja 2/Learning to walk 2) adı verilmiş 2025 Hırvatistan yapımı 53 dakikalık belgesel Beldocs’ta alakayla karşılanan eserlerdendi.
Bir zamanlar ifade hürriyetinin aslında pek olmadığını hatırlatan Borda, “Şimdi özgürlük var, her şeyi söyleyebiliyoruz ama tesiri olmuyor!” derken son noktayı koyuyor.
Beldocs’ta yer almadan önce Locarno, Saraybosna, Selanik, Kahire, CPH:DOX, Cartagena gibi festivallerde hak ettiği takdiri görmüş film Telefon çaldığında (Kada je zazvonio telefon/When the phone rang) bizi Yugoslavya’ya, 1992 yılının gergin atmosferine, geniş bir alana yayılmak üzere olan savaşın kasvetine, tırmandırılan nefrete ustalıkla dahil ediyor. Yönetmen, senaryo yazarı, montaj ve müzik hanelerinde adını gördüğümüz Iva Radivojević fazlasıyla rahatsız edici dinamiği şahsi tecrübesinden yola çıkarak, ergen bir kızın gözünden yansıtıyor. Evinde tek başına kaldığı bir anda çalan telefonu açıp dedesinin öldüğünü aniden öğrenen esas kahramanımız için bu çarpıcı hadise hayatının geri kalanını altüst edecek olayların adeta miladını oluşturuyor. Film boyunca obsesif biçimde tekrarlanıp duran telefon görüşmesi sekansı hafızanın kendine has filtreleriyle harmanlanıyor ve o dönemi layıkıyla yansıtan birbirinden değerli anekdotlarla taçlandırılıyor.
Bilhassa bir çocuk tarafından hazmedilmesi zor değişimler silsilesi kahramanımızın alışkanlıklarını bir daha tekrarlanmayacak biçimde değiştiriyor, savaştan yararlanıp dehşet estirmeye başlayan mafyatik çeteler ortama hâkim oldukça mutlu çocukluk ister istemez geride kalıyor.
Sürgünle başlayan mültecilik hissi kahramanımızı günün birinde terk edecek midir?
2024 Sırbistan, ABD ortak yapımı 73 dakikalık film hakkında kurmacalı belgesel ifadesi kullanılabilir.
Locarno’da Özel Mansiyon, Beldocs’ta Özel Jüri Ödülüne layık görülmüş kendine has film sizi adeta onirik bir ambiyansa taşıyor ve yaratıcısının ustalığına ikna ediyor.
Üç Saraybosnalı delikanlının olimpik branşlardan kızak sporundaki maceraları Pist (The track) adlı belgeselde aktarılırken de Yugoslavya’nın dağılma süreci ve bilhassa günümüzdeki tesirleri üzerinde epeyce duruluyor.
Filmin kahramanları üç oğlan, Hamza, Mirza ve Zlatan savaş kasvetinin hâlâ hissedildiği, işsizliğin, siyasi çürümüşlüğün kol gezdiği, kendine gelememiş bir diyarda ergenlikten yetişkinliğe geçerken fazlasıyla zorlanıyorlar. İstikballe alakalı plan yapamıyorlar, çünkü onlara sunulan ihtimaller gayet kısıtlı.
Antrenörleri Senad’la 1984 Saraybosna Kış Olimpiyatlarından kalma betondan mamul köhne kızak pistinde dirayetle çalışıyorlar; çok kısıtlı imkânları yüzünden dünya klasmanlarında yer alma ihtimallerinin düşük olduğunu bile bile; taa ki…
Yugoslavya gibi bir zamanların parlak memleketindeki savaş, sanki Tito sosyalizminin ulaştığı zirveleri törpülemek için uluslararası sinsi bir planın neticesi; kahramanlarımız da savaş ve bölünme travmasını halen atlatamamış ebeveynlerin etkilerinden azade olamayarak günümüzde bocalayıp duruyorlar.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde adını gördüğümüz Ryan Sidhoo seyirciyi yavaş yavaş avucunun içine alıp kahramanlarıyla empati kurmamızı zamanla muhakkak ki sağlıyor.
Dünya prömiyerini True/False’ta yaptıktan sonra San Francisco Uluslarası Film Festivalinde ve Hot Docs’ta yer alan 2025 Kanada yapımı 90 dakikalık belgesel Kiev 22.Docudays UA Uluslararası İnsan Hakları Belgesel Film Festivalinde de seyirciyle buluşmuş olsa gerek.
İyileşmeye çok ihtiyacı olan yaralı diyarın savaş öncesindeki yapıcı, ümitli ve enerjik profili, olimpiyatların belgesele ustalıkla yerleştirilmiş arşiv görüntülerinde tüm fiyakasıyla karşımızda.
Dört seneyi aşkın çekim sürecinin sonunda kahramanlarımızın olgunlaşıp bir şekilde geleceğe ümitle bakabildiklerini görüyoruz.
Yugoslavya savaşı bittiğinde bir daha toparlanamayan, ülkenin medarıiftiharı şirketlerinden Energoinvest ile kurucusu ve yöneticisi Emerik Blum, tarihin ibretiâlem, ışıltılı bir diğer sayfası.
2.Cihan Harbinden sonra kurulmuş ve dünyanın önde gelen geniş kapsamlı mühendislik ve enerji şirketlerinden biri haline gelmiş Energoinvest, çalışanların söz sahibi olduğu ve kârı paylaştığı, günümüzde ütopik sayılabilecek bir işletmeydi. Yugoslavya’nın Bağlantısızlar Hareketinin bir üyesi olması sebebiyle şirketin tüm dünyaya seslenen profili tabii ki dogmatik komünistleri rahatsız ediyordu. Blum’un kendine has yönetim şekli, çalışanlarının tüm hayatına geniş kapsamlı şekilde dokunduğu için de fazla başına buyruk bulunabiliyordu. Her şeye rağmen Energoinvest 50’li yılların sonunda yerkürenin 20 ülkesinden fazlasına ihracatta bulunuyordu; 80’lerin bitmesine yakın milyon dolarlara varan bir ciroya ve 42 bin çalışana sahipti.
Daha çok dünya çapında ödüllü kurmacalarından bildiğimiz usta sinemacı Jasmila Žbanić mevzuyu geleneksel belgesel formatında çekmeyi münasip görmüş. Anlaşıldığı kadarıyla Jasmila projeye derinden gönül vermiş ve filmin senaryosunun yazılmasına da iştirak etmiş.
Konuşan kafalar en başta olmak üzere filmdeki klişeler sizi başta sarmayabilir, fakat içeriğin gücü sizi eninde sonunda ele geçirecek, çalışkan ve ahlaklı bir jenerasyonun bitmez tükenmez icraatları karşısında hürmetle eğileceksiniz.
Geçenlerde sona eren Beldocs IDFF 2025’e katılmış, ZagrebDox’ta boy göstermiş 2024 Bosna Hersek yapımı 80 dakikalık belgesel MoMA’da da gösterildi.
Blum – Kaderlerinin hâkimleri (Blum – Gospodari svoje budućnosti/Blum – Masters of their own destiny) adlı belgesel, sosyalist bir proje olarak Yugoslavya’nın unutulmaya yüz tutmuş iktisadi modelleri dışında memleketteki multikültürel ve çok dinli yapısına da saygı duruşunda bulunuyor. Ne de olsa Blum, Faşist Hırvatların temerküz kamplarından sağ kurtulmayı başarmış bir Yahudiydi.
O bir işadamı olmasının yanı sıra bir hayırseverdi ve doğduğu şehir Saraybosna’da belediye başkanlığı bile yapacaktı. İktisadi kariyeri sırasında edindiği engin beynelmilel kültür, memleketinde tertip edilmiş 1984 Kış Olimpiyatlarının arkasındaki esas kuvvet olmasını da sağlamıştı.
Blum maddi kazançtan çok toplumun ilerlemesini şiar edinmiş bir idealistti. İnsanların hür olmalarının yanı sıra kaderlerinin hâkimleri de olmaları gerektiğini ısrarla söylüyordu.
Günümüzde, savaş ve bölünme sonucunda neo-liberal kapitalizme teslim olmuş eski Yugoslavya halkları arasında topralanabilenler ne yazık ki azınlıkta kaldı.
Ergoinvest ve Blum hakkındaki belgesel Uluslararası İşçi Filmleri Festivaline aslında ne kadar da yaraşır!
(MT/HA)
Sanat ile politik bilinç arasında keskin sınırların kalktığı bir çağda, bazı sanatçılar için sanat yalnızca estetik bir arayış değil; aynı zamanda toplumsal bir yüzleşme, hafıza ve direniş alanı.
Êlih’ten (Batman) Heidelberg’e uzanan yolculuğunda bu anlayışı merkezine alan Hogir Ar ile; sömürgecilik, militarizm ve kolektif hafıza gibi ağır temaları sanat aracılığıyla nasıl işlediğini konuştuk.
Ar’ın sanat pratiği, klasik estetik kaygılardan öte, Kürdistan’daki militarizm ve devlet şiddetiyle hesaplaşma, bastırılan hafızaların kamusal alana taşınması ve izleyiciyi tanıklığa çağırma temelli politik bir zeminde inşa ediliyor.
Hogir Ar’ın sanat pratiği, toplumsal eleştiri ve politik duruşu bağlamında nasıl tanımlanabilir? Sanatçı kimliği ile politik bilinç arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Benim için sanat hiçbir zaman sadece estetik bir arayış olmadı. Sanat pratiğim, devlet şiddeti, militarizm ve sömürgeci yapılar karşısında doğrudan politik bir duruş alanı. Sanatçı kimliğim ile politik bilincim arasında keskin bir sınır yok; ikisi birbirini besleyen ve iç içe geçmiş alanlar.
Sanat, hegemonik anlatıların dışına sızan görünmeyeni görünür kılmak ve kolektif hafızayı yeniden kurmak için güçlü bir araç benim için.
Militarizmle mücadelede sanatın rolü nedir ve bu alandaki politik bilinciniz nasıl başladı?
Sanat, militarizme karşı hem bir direniş hem de hafıza alanı. Kürdistan’da büyüyüp günlük hayatın içinde şiddeti birebir yaşamak, politik bilincimin temelini oluşturdu. Sanatı, bastırılan hafızaları açığa çıkaran, faili teşhir eden ve izleyiciyi tanıklığa davet eden bir araç olarak kullanıyorum.
“Anatomy of Occupation” çalışmanızda militarizmin simgeselliğini dönüştürme açısından ne tür eleştirel anlamlar var?
Bu........
© Bianet
