menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hep yanlış yerde konumlanmak

9 0
previous day

Belki en çok “ötekiler” bilir ki attıkları adım kestirilemezdir. Çünkü adım ve işlenen fiil ona ait olsa da, nasıl yorumlanacağı ve hangi tepkiyle karşılanacağı tamamen başkalarının inisiyatifindedir. Çünkü eşitsiz bir dünyaya doğmuştur —dünya eşitsiz değil, eşitsiz bir sistemin içine doğmuştur. Bu nedenle yaşamında hiçbir şey sıradan olamaz. Ötekileştirildiği andan itibaren sıradan olma hakkı çalınmıştır. Kendisi gibi olamamanın, yabancılaşmanın geçerli meziyet olduğu bir dünyada en çok da “ötekinin” kendinden soyutlanması talep edilir. Yaratılan normale göre “öteki” kusurlu ve eksik sayılır. Çocukluğu sıradan değildir mesela. Çocuk kabul edilmez çoğu zaman. Çünkü “normal” çoğunluğun çok çabuk nefrete dönebilecek “merhametinin” hedefidir. Hatta bazı “ötekiler” direkt nefretle karşılaşır. Kısacası kendine bırakılmaz “öteki.”

“Öteki”nin her şeyi tartışma konusudur. Varlığı, cinsel yönelimi, yeti çeşitliliği, ırkı… Hep kendinden soyutlanması ya da eşitsiz ilişkilenmeyi kabul etmesi beklenir. “Normal” çoğunluğa dahil olan kişilerin sıradan kabul edilen fiilleri “öteki” tarafından işlendiğinde büyük bir karmaşaya dönüşür. Hatta “ötekinin” eylemsizliği bile olay olabilir. Çünkü orada belirleyici olan ötekinin ne yaptığı değil, direkt kendisidir. Ondan, sürekli haksız konumda olmayı kabul etmesi beklenir. Kendi varlığını inkâr etmesini, toplumun ona çizdiği noktada kalmasını...

Bir engelli olarak yukarıda anlatmaya çalıştığım her şeyi deneyimlemek zorunda kaldım ve kalıyorum. Genelde birbirini tamamlayan nefret ve merhamet ikilisini engelliler oldukça fazla deneyimler. Önce abartılı bir “iyilikle” karşılanırsınız. Çok tartışılası olan “iyi ve kötü” kavramı sizin üzerinizde en kaba biçimiyle pratiğe dökülür. Size “ayrıcalıklı” davranırlar. Aslında bu gösterinin altında kendilerini üstün hissetme hissinin yarattığı ayrıcalığı yaşama dürtüsü vardır. Gerçek ayrıcalık budur aslında. Sizin üzerinize düşen onun yaşadığı ayrıcalıklı olma hissinin gölgesidir. Bunu bilerek ya da bilmeyerek yapar “normal” çoğunluğa dahil insanlar. Bu ayrıcalığın gölgesi kalktığındaise ortaya nefret çıkar. Ve siz, o ayrıcalıklı olma maskesini giymediğinizde, hak etmediğiniz bir öfkenin hedefi olabilirsiniz. Çocukluğunuzdan yetişkinliğinize, tüm yaşamınız bununla mücadele etmekle geçer. Her davranışınız ve yöneliminiz sorun kabul edilir çünkü.

Otistik bir çocuğun Manisa’da okul müdürü tarafından şiddete maruz bırakılması ve sonrasında yapılan bazı açıklamalar bana bunları düşündürdü. Hiç kimsenin, hiçbir çocuğa şiddetin hiçbir türünü uygulamaya hakkı olmadığını baştan belirteyim. Olay sonrası yapılan bazı açıklamala ise buradaki şiddetin beslendiği noktayı da ortaya koyuyor: Bu, sağlamcı bir şiddet. Toplumdaki sağlamcılıktan alıyor gücünü. Olayın ardından yapılan bazı açıklamalar, şiddeti meşrulaştıran bir noktada duruyor. Çocuğa yöneltilen suçlamalar ise tamamen mantıksız ve dayanaksız. “Sınıfların kapılarını açıp açıp kapatıyor,” deniyor mesela. “Huzur bırakmadı” deniyor. Otistik çocukta şikayet edilen davranışlar, kendi çocuklarında da görülebilir; üstelik bu tür davranışlar çoğu çocuk tarafından sergilenir. Çocuğun davranışı ne olursa olsun, onu bu davranışa yönelten koşulları incelemek gerekir. Otistik çocuk, bu davranışları akranlarına “ben de sizdenim” demek için bile yapmış olabilir, ki bu oldukça anlaşılırdır. Kendi öğrenciliğimden örneklerle anlatırsam, hata yapma olasılığım azalır.

Liseye kadar körler okulunda okudum. Körler okulunda bize hep “Lisede çok çalışkan olun. Siz engellisiniz yaramazlık yapmayın” gibi telkinlerde bulunulurdu. Liseye geçtiğimde tek engelliydim. Derslerim çok iyiydi. Öğretmenlerim beni örnek gösteriyordu. Tabii o örnek göstermelerin bazılarındaki “körlüğüne rağmen” vurgusunu es geçemeyeceğim.

Evet örnek gösterilen bir çocuktum; ama bunu istemiyordum. Yalnızdım çünkü. Arkadaş Zekâi’nin şiirindeki “Bunu hep söylüyorum ben yalnızım” serzenişi beni çok etkiler o yüzden. Çünkü steril yalnızlıklar bana göre değildi. Arkadaşlarım olsun, sevgilim olsun, masum kavgalarım olsun, yaramazlıklarım olsun istiyordum. Yani o kadar uzattığıma bakmayın, sosyalleşmek istiyordum. Tabii bir de “-mış” gibi yapmak zorunda hissediyordum.

Sonunda bir gün patladım ve nahoş bir ifadeyle kendilerini ne sandıklarını sordum. Ardından birçok arkadaş edindim; bunlardan bazılarıyla dostluğum bugüne kadar devam etti. Kavgalara da karıştım, yaramazlık da yaptım. Aslında okulda diğer çocukların yaptığı şeyleri yapıyordum; fakat benim yaptıklarım daha çok dikkat çekiyordu. Hiçbirinin velisine dakikalarca süren şikâyet listeleri sunulmuş mudur, bilmiyorum. Oysa ben mutluydum.

Teneffüslerimi tahta bir sıranın üzerinde yalnız başıma geçirmek öğretmenlerimin takdirini kazanmış olabilir; ama benim için durum hiç de öyle değildi. Kendimi izole hissediyor ve sıkılıyordum. Şimdi birilerinin sürekli hedef gösterdiği, yetişme koşullarını dikkate almadan yetişkin gibi yargılanmasını istedikleri çocukların arasında okuyordum. Akran zorbalığına maruz kaldım ve kendimi korumayı öğrendim; ama güzel arkadaşlar da edindim. Öteki çocukların arasında farklı bir açıdan ötekiydim.

Herkes emin olabilir ki, bugün burun kıvırdıkları o çocuklar, o kibirli yetişkinler kadar sağlamcı değiller. Elbette genel olarak sağlamcılar herkes gibi var; ama ben o yaşımdaki bakış açımla onlardan biri olma hissini tattım. Bu, kişiliğimi inşa etmemde önemli bir nokta. Çünkü klavye başından savrulan “annelerinin doğurup sokağa saldığı” gibi ayrımcı tutumları hiçbir çocuk hak etmiyor. “Okumazsanız çırak olursunuz” nasihatine, “zaten okul çıkışı çıraklık yapıyoruz” diyen o çocuklar, her fırsatta onları ötekileştiren kibir abidelerinden çok daha farkındaydılar sınıf çelişkilerinin. Tıpkı benim arkadaş edinme çabamdaki nezaket dışı çıkışın, “uslu ol ki görenler seni sahiplensin” nasihatinden daha faydalı olduğu gibi.

Ben pedagog değilim; bilmediğim konulara karışmam. Bu olayda bildiğim bir konu var: Ötekileştirme. Neden-sonuç ilişkisi kurmadan hayat anlamlandırılamaz. Diyalektik yöntem, sorun çözmede bir armağan—üstelik bedava. Çevrenizde çok “iyi” bilinirsiniz; peki neye yarar bu iyilik? Sadece kendi çocuğunu gözetmek “iyilik” midir? İyiliğiniz, çocuğunuzun sınıfında engelli bir çocukla karşılaşana veya sokakta emekçi semtlerden geldiği belli olan bir çocuğu görünceye kadarsa, iyiliğinizi de alıp uzaklaşabilirsiniz. Sorunların kaynağı olarak ötekileştirilen çocukları, cinsel yönelimleri ya da sokaktaki kedi-köpeği gördüğünüzde, düşünme yöntemini değiştirmelisiniz.

Brecht ne güzel diyor:

“Doğrusun, söylersin düşündüğünü,
Ama düşündüğün ne?
Yüreklisin,
Kime karşı?”

Bu sorunun yanıtını aramaya başladığınızda, doğru hedefi saptayabilir ve çözüm için ilk adımı atmış olursunuz. Haksız çoğunluğa yaslanmaya devam ederseniz, sorunları sadece bir düğüm haline getirmekten öteye gidemezsiniz. İçimizdeki sağlamcılık, ayrımcılık, cinsiyetçilik, türcülük ve diğer önyargılarla yüzleşmek için cumartesi güzel bir bahane olabilir. Bu hafta sonunu kendinize ayırmaya ne dersiniz? (BS/TY)

Yavuz Saltık’ı tanımam hayli eskilere dayanır, neredeyse çeyrek asır olmuştur.

Onunla ilgili en çok hafızamda kalan İstiklal’in bir meyhanesinde içmişiz gecenin hayli geç saatlerine kadar. Sonra dem vakti kalkmışız demlendiğimiz yerden.

Yalpa vura vura dünyanın halına, gecenin bir vakti İstiklal’in sokak sakinlerinin halupürmelaline dalmışken!

Bir sokak çalgıcısının önünde durduk Yavuz’la. Kemençe çalıyordu Karadeniz havalarıyla sanatçı. Selamlaştılar Yavuz’la. Beni tanıttı Yavuz, “Tanırım Şeyhmus abiyi” dedi sanatçı. Meğerse okurmuş yazılarımı.

“Oturalım” dedim Yavuz’a. Sokakta kapalı bir dükkanın kepenginin önünde yere çömelip oturduk kemençeci sokak sanatçısının yanına. Birlikte yaka bağır açık sarhoş kafayla gecenin geç vakti sanatçı kemençeye dokunduk, birlikte şarkılar söyledik.

Gelip geçen, bize bakan kimileri belki bizi de sokağın sanat ekibinden belledi, bellesinler. O an öyleydik zati.

Size bunları niye yazdım sahi. Öyle işte.

Yavuz epeydir İstanbul yakınında içerde. Yazıyor içerden, sıkılınca.

Silivri damından “Cümbüşlerin Efendisi” başlıklı bir yazı yazmış en son.

Onun tabiriyle “Apê Aram”, Aram Dikran’ı anlatmış. Yazının sonuna da bu yazıyı “Ey dîlberê” şarkısını dinleyerek okuyun notunu düşmüş.

Ve eklemiş; “Cümbüşlerin efendisi, Ortadoğu’nun bülbülü Aram Tigran’ı bana tanıtan ağabeyim, dostum, vicdanlı yürek Şeyhmus Diken’e de bu vesile ile teşekkürlerimi sunarım.”

Aldım selamını kardeş. Diliyorum ki tez zamanda özgürlüğüne kavuşasın.

Ve bu vesileyle yıllar önce yazıp yolladığı şiirini de bu yazının sonuna ekleyeyim de muhabbetin eksiği gediği........

© Bianet