menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Emek, hayaller ve sonuç!

7 0
03.05.2025

Eşitsiz bir dünyanın içine daha da eşitsiz koşullarda doğuyoruz. Sistem her zaman ki gibi. Yarattığı eşitsizliği janjanlı kavramlarla öznelere yöneltiyor ve kahraman rolüne giriyor. Kapsayıcı tasarlanmamış bir hayatın engellediği özneleri “Dezavantajlı” bireyler olarak niteliyor. Tabii bu ayrı bir uzmanlık. Dezavantajın nedenleri konuşulmuyor. Dolayısıyla çözümleri de. Hatta eşitsizliği derinleştiren kahraman, özne ise sorunun kaynağı gösteriliyor ustaca. Böylesi koşullara doğan ve “dezavantajlı” diye niteledikleri insanlar için hayat ekstra bir karmaşaya dönüşür.

Herkes gibi geleceğe dair hayallerin olur. Bu hayallerin önüne tonlarca engel çıkarılır. Adeta yeti çeşitliliklerini gözetmeyen sistem, en insani hayallerimizi gerçekleştirmek için bile tonlarca gereksiz ve normal koşullarda sorun bile olamayacak şeyleri tanımlı getirir hayallerimizle. “Dezavantajlıları” gözettiğini iddia ederek tabii. Daha önce eğitim hayatımızda yaşanan önyargılar, engellemeler ve materyal sorunları gibi problemlere değinmiştik. Hayatın akışına inat o konuda bazı şeyler hiç değişmiyor. Mesela hâlâ bazı dil kursları körleri kabul etmiyor. Bazı arkadaşlarımız bunu öyle kanıksamak zorunda kalmış ki “zaten orası kör kabul etmez” diye girişimde bile bulunmuyor. Haksız da değiller. Bir şeylerin değişmesi için üzerine gitmek gerekiyor ama o yıpranmayı göze almamak da anlaşılır bir nokta da duruyor. Sonuç olarak “kariyer” diye pazarlanan aslında sömürü çarkının bir parçasına dönüşmüş meslek gruplarından birisinde yetkinleşme olayına, maddi ve zihinsel olarak daha fazla emek vererek ulaşıyorsun. İşte tam bu noktada her şey yeniden başlıyor.

Özel sektörde ne kadar yetkin olursan ol şansın çok az. Gerçi son dönemde bu biraz da olsa kırıldı ama yine de “dezavantajlısın” :)) Kamuda durum daha farklı. Çoğu kurumda mezuniyetin ya da yetkinliğin ne olursa olsun santral görevlisi olursun genellikle. Adeta kör olduğun anda sana eşantiyon olarak tanımlanmıştır bu. Santral yoksa da atıl bir görevdesindir.

Kurumda en iyi bilgisayar kullanıcılarından biri olmak, çok farklı alanlarda yetenekli olmak, farklı bir bölümden mezun olmak bir şey değiştirmeyebilir. Engelli emekçi söz konusu olduğunda çeşitli mesleklerden santral görevlisi görebilirsiniz. Avukat, sosyolog… Aslında ikili bir hayat yaşanıyor gibi düşünürüm. Mesai saatlerinin dışında iyi bir bilişimci, müzisyen, radyo programcısı vb. Olarak tanınan insanlar iş hayatında bir masa başında, yer yer iğneleyici göndermeler arasında zaman geçiriyordur. “Sonuçta onlara iş verilmiştir. Daha ne istiyorlardır.”

Oysa bu her iki taraf için de kötü. Birçok engelliye “Sen gelmesen de olur” deniyor. Oysa yapılan şeyin adı çalışma hakkını kısıtlamaktır. Aynı zamanda değersiz hissettirmektir. Yani insan çalıştığı yerde faydalı olmak ister. Yeteneklerinin körelmemesini ister. Oysa engellilerin atıl yerlere çekildiği yerlerde ne ilgili emekçi başarılı olduğu işi yapabiliyor, ne de kurumu onu değerlendirebiliyor. Tabii kaçınılmaz olarak da “Sen gelme” cümleleri “Zaten bir işe yaramıyorsun” imalarıyla tamamlanıyor. Herkes yapabileceği, yetenekli olduğu, uzman olduğu alanda görevlendirilse; hem kişi mutsuz hissetmeyecek, hem kolay gözden çıkarılabilirim kaygısını gütmeyecek, hem de ilgili alanda işler daha hızlı yürüyecek.

Engellilerin iş yaşamındaki problemleri, uğradıkları mobbingler hakkıyla tartışılmıyor bile. Bu yıl da 1 Mayıs’ı geride bıraktık. 1 Mayıs’ta engelli emekçilerin talepleri gündeme bile gelmedi. Alanlara çıkmayı aklına bile getirmeyen engelli örgütleri ayrı bir tartışma konusu ama engelli emekçilerin üye olduğu emek örgütleri bu konuyu ne kadar gündemine alıyor? Alsa bile mış gibi yapmanın ötesine geçebiliyor mu? İşte tam burada klasik nakarat kendini hatırlatıyor. Sakat hareketi kendini emek hareketinden ve diğer ötekileştirilenlerin mücadelesinden soyutlanamaz Onlar da engelli hareketinden. Tabii bu birbirine eklemlenerek değil birbirini dönüştürerek olmalı. Bir şeyi dile getirmek yeterli değil. Anlatılan hepimizin hikayesi. Sakatların bu boyutuyla yaşadığı sorunları diğer kesimler farklı biçimlerde yaşıyor. O nedenle duyarsız kalınmamalı. Öyle olmasa da duyarsız kalınmamalı. Öğrendiğim her şeyin bana bir sorumluluk yüklediğini düşünürüm. Çoğu kişi bu konudan haberdar olmamış olabilir ama artık haberdar. Yani herkesin bir parça sorumluluğu var artık. Üzerine düşünmek, dillendirmek ve ön yargıları aşındırmak da onlara kalmış. Hayallerimize emeğimizle, herkesle aynı anda ve erişilebilir şekilde ulaşmanın önünde hiçbir engel yok. Yeter ki istensin.

(BS/RT)

Ocak 2025’de Amerika’da gerçekleştirilen saldırı sonrası saldırıyı planlayan, Matthew Livelsberger’in geride bıraktığı sözler çok konuşulmadı. Kendisi de yaşadığı coğrafyanın uzaklarında, birçok emparyal savaşa katılmış Livelsberger; "Amerikalılar sadece gösterilere ve şiddete dikkat ediyor. Anlatmak istediğimi havai fişek ve patlayıcılarla bir gösteriden daha iyi nasıl anlatabilirim? Ben bunu neden kişisel olarak şimdi yaptım? Zihnimi, kaybettiğim kardeşlerimden arındırmam ve aldığım hayatların yükünden kurtulmam gerekiyordu."

Şüphesiz, ölümlerin kalbe verdiği ağırlığın acısını, başka ölümlere yol açan bir yöntemle anlatmaya çalışmak, kendi içinde bir paradoks olmakla birlikte, cümlenin içindeki bir ifade, hali hazırda farklı coğrafyalarda sürdürülen yayılmacı savaşların da kesintisiz devam ettirildiği dünya konjonktüründe, savaş üzerine derin bir tefekkürü gerektiriyor.

"Aldığım hayatların yükünden kurtulmak…" Aslında bu cümle, savaş dediğimiz gerçekliğin, salt fiziksel olarak binaların, yolların, okulların, hastanelerin, barajların ve tüm yaşam alanlarının yıkımının değil, ağacın, kuşun, kelebeğin, böceğin ölümüyle ekolojik bir felaketin değil, topyekün bir parçalanmanın ve ölümün yaşandığının, en çaresiz, en çarpıcı ifadesidir. Zira savaşlarda herkes ölür... Ölen fiziki ölümü yaşayarak toprağa düşer, öldüren de aldığı hayatların yükünü kaldıramayarak, ruhen ölür ve kalbindeki karanlığın derinliklerine gömülür. İnsanlık tarihi boyunca, savaşların başlangıç tarihleri bellidir ve fakat bitiş tarihleri hiçbir zaman tasarlanamamıştır, çünkü savaşlardaki son, öngörülemez bir kötülüğün iradesindedir ve istisnasız taraflarca taşınamayacak boyutta bir yorgunluğun bitiş hikayesidir.

Peki bunca kötülük, bunca acı ve gözyaşı, insanlığın sayısız kere tecrübe ettiği savaşlar ve onun tarihsel hafızası bilindiği halde, nasıl başlar? Nasıl olur da süregelir?

‘’Nefret ölü bir şeydir. Hangimiz mezar olmak ister ki?’’ der, Halil Cibran. İnsanlık tarihi boyunca, hiçbir savaş yoktur ki silahların sesinden önce, kolektifin zihnindeki seslerden başlamasın. Hiçbir savaş yoktur ki kötücül bir tohum olarak nefretin, kendini üstün gören o militarist ve ırkçı hezeyanların bağrından fışkırmasın. Hiçbir savaş yoktur ki ölü olan nefretin, toplum dediğimiz varlığımızı, ölümün kol gezdiği, yürüyen bir açık hava mezarlığına dönüştürmesin.

İnsanlık tarihinde, iktidar zihniyetinin pek çok farklı form ve biçimde tezahür ettiği, son kertede şekil değiştirerek günümüze taşınan haliyle, kapitalist modernite, tek dilli, tek inançlı, tek kimlikli, tek renkli, ırkçı, cinsiyetçi, sağlamcı, türcü ve homofobik karakteriyle ve en kaba, en açgözlü, en faydacı, en karcı, en yıkıcı iktidar hegemonyasıyla bitirilmeyen, daimi bir savaş halinin, bizzat kendisidir. Zira kapitalist modernitenin, gri kumaşının, tekillik ipliğiyle diktiği ve topluma giydirmek istediği, bir örnek kıyafeti, toplumsal çeşitliliğin, renkliliğin ve zenginliğin üzerine olmayacak kadar dardır. Yapaydır…

Modernitenin bu lanetli elbisesi, düşünsel, duygusal, zihinsel ve eylemsel olarak bireyi toplumdan ayıran, her bir parçayı yalnızlaştıran, köklerinden ve hafızadan koparan ve toplumu kontrol edilebilir, manüple edilebilir, yığınlara dönüştürebilen, bir sihri açığa çıkarmakta pek mahirdir. Ve nitekim bu sihrin gücü, savaşların ön hazırlayıcısı olan şiddet toplumunun inşasıyla, kendisinden olmayanın yaşadığı adaletsizliklere yönelik açığa çıkan kolektif sessizlik, toplumlar için felaketlerin de habercisidir.

Hal böyleyken savaşlarda ilk yalnızlaştırma, ilk imha, ilk suç, tecrübelerle sabittir ki her zaman, hegemonik zincirin ilk zayıf halkası olarak görülen engelliler üzerinden başlatılmıştır. Böyle iklimler, bireysel sefaletlerinin gerçek nedenleriyle yüzleşemeyen, anlamayan, çözüm arayışlarına girmeyen şuursuz yığınlara, birilerinden üstün olma hakkını da meşru kılmıştır. İnsanlık tarihine en koyu karanlık olarak çöken savaş günlerinde, Darwinci düşünce, iyiliği güçle ve kötülüğü de zayıflıkla eşitleyerek, 1939'lu yıllar Almanya’sında, sistematik olarak uygulanan, engellilere yönelik öjenik şiddet pratikleri, cinayetlerin meydanlardan önce zihinlerde başlatıldığını kanıtlayan, en acımasız faillerlerdendir.

Gücün bir tapınağa dönüştüğü, iktidar zihniyetinin hakim kılındığı tüm ideolojilerde, ilk istilalar şüphe yok ki öncelikle beden üzerinden planlanmaktadır. Engellilere yönelik büyük kapatılma, kısırlaştırma, etik dışı tıbbi deneyler, ülkesine katacağı en onurlu eylemin, yaşamına son vermesi yönündeki, aileye veya engelli bireyin kendisine yönelik telkinlerle, yöneltilen duygusal şiddet, yapılan tüm bu kötücül uygulamalar, kahreden bir sessizlikle dönemin Almanya’sında görmezden gelinmiştir.

‘’Önce Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü ben Yahudi değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü ben sendikacı değildim. Sonra komünistler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü ben komünist değildim. Sonra benim için geldiler ve artık ses çıkartacak kimse kalmamıştı’’ diyerek o günleri günümüze taşıyan, Martin Niemöeller’in kendisi için de, muhakkak ki engelliler, yaşadığı toplumun sağlamcı önyargılarıyla kodlanmış zihninde, önce engelliler için gelindiğini fark edemeyecek kadar görünmez, ya da önce engelliler için gelinmesi, kendisi için dizelerinde yer verilmeyecek kadar değersizdi.

Tarih boyunca, tehdit edici, aciz, muhtaç, kusurlu, eksik olarak görülen kültürel normlardaki sağlamcı bakış, savaş dönemlerinde, var olan damgalamaları daha da çoğaltmakta ve savaş ekonomisiyle derinleşen krizlerdeki önlemlerle, ekonomiye yük görülen engelliler, gözden çıkarılması gereken ilk toplum kesimi olmaktadır.

Bununla birlikte, savaşlarda nasıl ki ırkçılık ve sağlamcılık madalyonun iki yüzü gibi, her daim kendini var ediyorsa, hiç gündemde........

© Bianet