menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yalnız ve sokakta

12 0
01.11.2025

“...bir çöp kutusundan bir gazete çekip çıkardı. Ama okumak değil, üzerine örtmek için. Çünkü gazete sıcak tutar, bunu bütün evsizler bilir." Joseph Roth

Kapitalist ekonomi destekli geleneksel ve sosyal medyayı arkasına alarak tüketim toplumunu daha da azdıran egemenler, milyonlarına milyon katıp sırça köşklerinde yaşarken, dünyanın geri kalanı açlık sınırının altında yaşayıp en temel haklarına dahi erişemediği derin bir yoksullukla boğuşuyor.

Ağustos 2025’te Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırması (IPC) analizine göre (savaşın vahşeti bir yana), Gazze’de yarım milyondan fazla insan yaygın açlık, aşırı yoksulluk ve önlenebilir ölümlerin gözlemlendiği kıtlık koşulları altında yaşam savaşı veriyor. UNICEF ve Dünya Bankası 2023 verilerine göre, dünyada tahminen 333 milyon çocuk — yani her altı çocuktan biri — aşırı yoksulluk içinde yaşıyor.

Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün raporuna göre, 1,2 milyar insan sürdürülebilir ve karşılanabilir barınma garantisinden mahrum yaşıyor. Derhal önlem alınmazsa bu sayının 2025 yılında yüzde 30 artarak 1,6 milyar insana ulaşacağı tahmin ediliyor.

Türkiye de dünyadan bağımsız değil ve derin yoksulluk giderek artıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) uzmanlarına göre, depremlerin ardından Türkiye’de 1,5 milyon kişi evsiz kaldı.

Bu da derin yoksulluğa bir geçiş demek. Derin Yoksulluk Ağı verilerine göre, Türkiye’de 65 yaş üstü 2 milyondan fazla kişi yoksulluk içinde. Yalnız annelerin büyük bir çoğunluğu derin yoksulluğu paylaşıyor. Yalnız annelerin çoğu; depremzede olmak, eşin cezaevinde bulunması, eski eşin yarattığı güvensizlik ve korku ya da kronik hasta ve engelli bireylere bakım yükü üstlenmek gibi nedenlerle yoksulluğu birden fazla dezavantajla birlikte yaşıyor. Derin yoksulluğu en üst sınırda yaşayanlarsa elbette ki sokakta yaşayan evsiz insanlar.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla beraber adeta göçebe bir hayat yaşarcasına yaşamının yarısını yersiz yurtsuz bir şekilde otellerde geçiren ve Paris’te bir yoksullar hastanesinde ölen Avusturyalı yazar Joseph Roth’un "Aziz Ayyaş’ın Efsanesi" kitabını okudum birkaç gün önce. Bu sürgünlükten olmalı, eserlerinin temelini de bir yere ait olamama ve yurtsuzluk temaları oluşturuyor Roth’un. Aziz Ayyaş’ın Efsanesi ise bir anlamda yazarın kendi otobiyografisi gibi. Öyküde, köprü altında yaşayan ve hâlâ mucizelerin olabileceğine inanan bir evsizin hikâyesi anlatılıyor.

Öyküde evsizlerin içine düştüğü durum; yaşamdan ümidini kesmekle mucizelere inanmak arasındaki o sınır ya da köprü; en dibi görmekle bir umut belirdiğinde yaşama olan bağlılık; kendini unutup köksüzleşmekle kendini bilip hayata karışmak arasındaki o gelgitler, geçişler çok güzel anlatılıyor. Umutsuzca yok olup gitmektense yanılsamalarla yaşama tutunmak... Dibi görenin tüm yanılsamaları mucize olarak yorumlaması...

“Bir yandan da, son yıllarda aynalardan neden korktuğunu anladı. Çünkü insanın perişanlığını kendi gözleriyle görmesi hoş bir şey değildi. Ve yüzüne bakmak zorunda olmadığı sürece, ya yüzü yokmuş ya da eskisine, sefalete düşmeden öncekine sahipmiş gibiydi.” Bu tümceler, yersiz yurtsuzluğuyla insanın kendi bedensel yurdundan bile nasıl kaçmak istediğini öyle güzel anlatıyor ki...

10 Ekim “Dünya Evsizler Günü”ydü. İşsizlik, artan enflasyonla beraber gelen derin yoksulluk gibi nedenlerle binlerce kişi evsiz kalarak sokakta yaşıyor.

Pandemi sonrasında yaşanan derin ekonomik kriz ve fahiş kira fiyatları nedeniyle evsiz kalan insan sayısı katlanarak artıyor ve her geçen gün daha fazla insan, sokakta yaşamak zorunda kalma korkusuyla yaşıyor. Birleşmiş Milletler’in 2022 verilerine göre, dünyada 100 milyona yakın evsiz var.

Türkiye’de bu sayının 70–100 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Türkiye’de bu konuda çalışan sivil toplum temsilcileri, İstanbul başta olmak üzere sokakta yaşayan insan sayısının tüm Türkiye’de hiç olmadığı kadar arttığını söylüyor. En çok İstanbul sokaklarında yaşayan evsizler; özellikle Fatih, Şişli, Kadıköy, Üsküdar, Beşiktaş ve Beyoğlu ilçe sokaklarındaki hastaneler, terk edilmiş mekânlar, parklar, şehir içinde az kullanılan ücra köşeler, yarı kapalı alanlar, köprü altları, mezarlıklar, cami kenarları, otogarlar ve istasyonlar gibi yerlerde yaşıyor.

2019’da yapılan bir çalışmada, İstanbul’da 8 bin kişinin sokaklarda yaşadığı ve bunun yüzde 90’ının erkek olduğu belirtilirken, 2023’te BBC Türkçe’deki bir röportajda bir dernek gönüllüsü yalnızca İstanbul’da 40 bin olmak üzere, Türkiye genelinde yüz binlerce evsiz olduğunu vurguluyor.

Üstelik sadece işsizler değil, asgari ücretle çalışanlar arasında da sokakta yaşayanlar var. Sokakta yaşayan kadın sayısında ve ailece, çocuklarıyla sokakta yaşayanların sayısında da gözle görülür bir artış var. Bu da ekonomik ve toplumsal çöküşün ne kadar hızla seyrettiğini gözler önüne seriyor.

Kış tüm sertliğiyle geliyor. Hepimiz yaşadığımız şehrin sokaklarında; bir dükkânın ya da mağazanın kuytusuna sığınmış, bir bankta sokak kedilerinin veya köpeklerinin dostluğuna, sıcaklığına kendini bırakmış; bir cami avlusunda inandığı Tanrı’nın onu görmesini bekleyen ya da bir otobüs terminalinde gelip geçen yolcuların eve gidişine özlemle bakan, açlıktan guruldayan ve acı içinde kıvranan midesine bir lokma yiyecek girsin diye çöpleri karıştıran bir evsiz göreceğiz.

Ya da çoğunlukla olduğu gibi, hiçbirimizin ruhu duymadan açlıktan ve soğuktan ölüp sadece polis raporlarında bir sayı olarak kalan bir evsiz mi olacaklar? David Eagleman’ın dediği gibi, onları insandışılaştırarak yokmuş gibi yanlarından geçip gidecek miyiz?

"...Evsiz bir insanı bir yoldaş gibi algılayan sistemleri kapatan bir kişi, ona yardım etmemenin verdiği olumsuz duygunun baskısından da kurtulmuş olur. Bir başka ifadeyle evsizler, insan dışı hâle getirilmiş olur: Beyin onları artık bir insandan çok bir nesne gibi görmektedir. Bu durumda evsizleri ciddiye alma ve onlara bu yönde davranma olasılığının da düşecek olması şaşırtıcı değildir. İnsanlara 'insan' tanısını gerektiği gibi koyamazsanız, insanlara ayrılmış olan ahlaki kurallar geçerliliğini yitirebilir. İnsandışılaştırma, soykırımın ana bileşenlerinden biridir. Naziler Yahudileri nasıl tam anlamıyla insan olarak görmüyorlardıysa, eski Yugoslavya’da Sırplar için Müslümanlar da bundan farksızdı."

Jack London’ın Uçurum İnsanları’nda çok güzel ifade eder diğer insanların evsizleri nasıl görmezden geldiğini:
“Benimle beraber Poplar Düşkünler Evi’ne yürüyen evsizler için durum böyle değil. Bu gece Londra’da bunlar gibi otuz beş bin erkek ve kadın var. Lütfen yatağa girerken bunu hatırlamayın; çünkü düşündüğüm kadar yumuşaksanız, her zamanki kadar rahat uyuyamayabilirsiniz. Ama eti kanı çekilmiş altmış, yetmiş, seksen yaşındaki ihtiyarlar için şafak vaktini hiç dinlenemeden karşılamak, bütün gün bir lokma kuru ekmek arayarak dolaşmak, sonra gecenin tekrar insafsızca çökmesi ve beş gün beş gece aynı şeyi yaşamak... Ah sevgili, yumuşak, karnı tok, sırtı pek insanlar, bunu nasıl anlayacaksınız ki?”

Aslında bu, “sivil uygar duyarsızlık” denen şeyden başka bir şey değil. Ve maalesef kapitalizmin en uç noktasının yaşandığı günümüzde, her türlü güvenceden yoksun, sokakta barınmak zorunda kalan insanların sayısı artmaya devam edecek. Burada şuna dikkat çekmek isterim ki, “güvenli sokaklar” gerekçesiyle ilan edilebilecek potansiyel düşmanlardan biri, sokakta yaşayan insanlardır.

Ve bu insanlar, şiddete maruz kalma potansiyeli çok yüksek olan en dezavantajlı gruplardan biridir. Kadınlar, çocuklar, LGBTİ ’lar, sokak hayvanları gün geçtikçe daha çok şiddete maruz kalıyor. Bu sarmala göçmenler, engelliler, yaşlılar gibi diğer dezavantajlı kesimler de eklemlendikçe durumun vahameti daha da artıyor. Toplumu saran bu şiddet dalgası, kendine sürekli yeni bir düşman yaratarak büyüyor. Bu yeni düşmanlardan biri de sokakta yaşayan evsizler.

Kış geliyor. Kimse sokakta güvenceden yoksun kalmak zorunda değil. Bazı kesimlerin ihtiyacı olmadığı hâlde birçok gayrimenkule sahip olduğu ve orantısız bir zenginleşmeye gittiği göz önüne alındığında, toplumumuzda derin yoksulluk içinde yaşayan insanların olması ve her an sokakta kalma riskiyle kaygı içinde yaşaması kabul edilemez.

“Önce konut ilkesi” ile yıllar önce barınma sorununu çözen Finlandiya gibi ülkeler örnek alınarak bu sorun çözülebilir. Finlandiya’da politikanın başladığı dönemde yaklaşık 20 bin olan evsiz sayısının 2024 başında 3 bine indiği, 2027 yılında ise barınma sorununun tamamen çözüleceği belirtiliyor.

O hâlde yöneticilere düşen, evsiz yurttaşlarımızın ağzına bir parmak bal çalıp geçici barınaklar gibi — ki zaten evsizler güvenli olmadığı gerekçesiyle bunu istemiyor — sahte çözümler üretmek değil; onlara kalıcı birer konut sağlayarak gelecek ve yaşam umudu vermektir.

Kendimi ne zaman bu akışın içinde bulduğumu bilmiyorum, ama nedenini biliyorum. Yılın büyük bir kısmını Latin Amerika edebiyatından seçmeler okuyarak geçirdim.

Uzak kıtanın dillerini bilmemenin ve çeviriye mahkûm olmanın görünmez bir duvar gibi, en azından yarı geçirgen bir zar, bir perde gibi anlatılanın ruhunu tam kavramamı zorlaştırdı. Yine de Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye arasındaki tarihsel benzerlikleri hatırlayarak ortak bir duygunun, bir ruh halinin peşine düştüm.

Burada yazacaklarım ve anlatmak istediklerim bir edebiyat analizi ya da metin çözümlemesi değil, edebiyatın toplumcu dışavurumlarına bir güzelleme hiç değil.

En kısa ve basit haliyle söylemek gerekirse, siyasetiniz neyse sanatınız odur. İçinde bulunduğunuz tarihsel bağlamın siyasi iklimi, yalnızca yaşadıklarınızı, karşılaşmalarınızı, maruz kaldıklarınızı belirlemez, o bağlamın düşünce evrenini ve yaratıcılığını da belirler.

Özgürlüklerin siyasetle sınanmadığı, bireylerin sansür ve baskıyla tehdit edilmediği bir ortamda bilimde, sanatta, eğitimde yenilikçi çabalar filizlenir, buna ekonomik güvenceleri de eklediğimizde yaratıcılık sınır tanımaz. Bunun tam tersi bir durumda, daha açık bir ifadeyle otoriter ve totaliter rejimlerin baskısı altında sansür artık bireylerin tüm varoluşuna sirayet etmiş, neredeyse genlerine kodlanmış bir otosansüre dönüşür, tek sesliliğin........

© Bianet