menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Üniversite özgürlüğünün dar koridorunda

11 4
04.06.2025

Üniversite sustuğunda, yalnızca bilim değil, toplum da konuşamaz hâle gelir. Faşizm o zaman gelir. Gürültüyle değil, fısıltılarla başlar; sustukça büyür. Özgürlük silah zoruyla değil, suskunlukla kaybedilir. (Foto: Birgün)

Modern üniversitenin krizinden söz etmek için her geçen gün daha fazla nedenimiz var. Akademik özgürlüklerin daraldığı, düşünsel üretimin yerini idari sadakatin aldığı, bilimsel liyakatin ise politik beklentilerle sınırlandığı bir dönemdeyiz. Üniversite krizi yalnızca Türkiye’ye özgü değil; Amerika’dan Avrupa’ya, otoriterleşmenin üniversite yapılarını dönüştürdüğü küresel bir evreden geçiyoruz.
Modern üniversite fikri, günümüzde ciddi bir sınavdan geçiyor. Akademik özgürlüklerin daraldığı, düşünsel üretimin yerini idari sadakatin aldığı, bilimsel liyakatin ise politik beklentilerle sınırlandığı bir dönemdeyiz. Bu yazı, üniversite kurumunun karşı karşıya olduğu bu tehlikeleri daha sistematik biçimde ele almayı amaçlıyor. Kurumsal hafıza, akademik etik, yönetimsel yapılar ve entelektüel sorumluluk gibi başlıklar hem tarihsel hem de güncel örnekler ışığında yeniden düşünmeye davet ediliyor.

Üniversiteler yalnızca bilgi üreten değil, aynı zamanda hafıza taşıyan kurumlardır. Bu hafıza, sadece bilimsel içerikten ibaret değildir; etik ilkeler, kültürel miras ve akademik dayanışma ile şekillenir. Ancak otoriter yapılar altında bu hafıza hızla silinir. Hatta bu silinme, yalnızca geçmişin unutulması değil, aynı zamanda bir dönemin normlarını oluşturan değerlerin de dönüşmesi anlamına gelir.
Édouard Herriot, “Kültür, her şey unutulduğunda geriye kalan şeydir” diyor.
Bu çarpıcı tanım, üniversitelerin taşıması gereken kültürel rolü ve neden bu kurumların yalnızca akademik değil, aynı zamanda etik ve toplumsal hafızanın da taşıyıcısı olması gerektiğini hatırlatır. Ne var ki, Türkiye’de 12 Eylül sonrasında yaşanan dönüşüm, bu “geriye kalması beklenen” değerlerin dahi silikleşmesine yol açmış; üniversite kültürü yalnızca yapısal değil, etik ve belleksel düzeyde de ciddi bir erozyona uğramıştır. Türkiye’nin özellikle son yirmi yılında ise bu erozyon, artan bürokratik hiyerarşiyle daha da derinleşmiş; kurumsal hafıza kişisel tanıklıklara ve sessiz direnişlere sıkışmıştır.

Bu bağlamda, Mark Pattison’un 19. yüzyıl Oxford’undaki hayal kırıklığı ile Türkiye üniversitelerinin son otuz yılındaki yapısal çelişkiler arasında dikkat çekici paralellikler kurulabilir.
Kendi kurumumun hafızasına baktığımda, 1990’ların Hacettepe Üniversitesi’nde yaşanan bir rektör yardımcılığı süreci de bu zihinsel yapının güncel bir yansımasıdır. Birbirinden uzak gibi görünen bu iki örnek, liyakate dayalı ve çoğulculuğu gözeten demokratik bir üniversite idealinin, idari çıkarlar ve hiyerarşik yapılar tarafından nasıl bertaraf edildiğini açıkça gösteriyor.
Pattison’un rektörlük beklentisi, entelektüel yeterliliğine rağmen dönemin sosyal ve ideolojik bariyerlerine takılmıştır. Türkiye’de ise benzer zihinsel yapının yansımaları, 1990’ların Hacettepe Üniversitesi’nde yürütülen bir rektör yardımcılığı sürecinde görülmüştür. O dönem — ve aslında hiçbir zaman — rektör yardımcılığı seçimle belirlenen bir pozisyon olmamıştır; ancak rektör tarafından seçim vaadiyle başlatılan bir süreçte, en çok oyu alan öğretim üyesi dönemin rektörü Prof. Dr. Süleyman Sağlam tarafından dışlanmıştır. Bu durum, 12 Eylül sonrasında üniversitelerde artan demokrasi sancılarının, görünürde katılımcılık vaat edilse de fiiliyatta kişisel hakimiyetin sürdürülme isteği ve dolayısıyla da sürdürüldüğü çelişkili bir dönemin yansımasıdır.

Burada ayrıca hatırlatmak gerekir ki, Süleyman Sağlam da 12 Eylül sonrası Yükseköğretim Yasası (2547) yürürlüğe girerken, görevden alınan rektörler arasında yer almış; yıllar sonra ise üniversite içi seçimlerde yüksek oy........

© yetkinreport.com