menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Türkiye’de akademik mücadele izleri: ODTÜ ve Boğaziçi örnekleri

15 0
05.05.2025

Akademik özgürlük yukarıdan bahşedilmez; tabandan, dayanışma, mücadeleyle ve kimi zaman da bir avuç insanın inadıyla inşa edilir. ODTÜ öğrencilerinin bir mezuniyet töreninde taşıdıkları pankart çok şeyi özetliyor.

“Görülmeyen Akademi” başlıklı ilk yazımda, içeriden yükselen sessizliklerin akademik dünyanın görünmeyen kırılma hatlarına işaret ettiğini tartışmış ve akademinin bugün nasıl bir değer kaybına uğradığını, kişisel deneyimlerim ışığında anlatmaya çalışmıştım. Ardından, “Diploma İptali, Demokratik Gelecek ve Akademik Özgürlüğün Küresel Çöküşü” başlıklı ikinci yazımda, bu sessizlikten küresel baskı iklimine uzanan yolu ele almış; akademik özgürlüğün dünya ölçeğinde nasıl kırılgan bir haritaya dönüştüğünü göstermeye çalışmıştım.
Bu iki yazıda, mikro düzeyde yaşanan bireysel ve kurumsal sessizliklerin, makro ölçekte akademinin özerkliğini ve özgür düşünceyi tehdit eden bir baskı ortamına nasıl evrildiğini hem yerel hem de küresel bağlamda tartıştım. Bununla birlikte Türkiye, genç demokrasisinin tüm sancılarına rağmen, yükseköğretim tarihinde çoğulculuğa ve kurumsal özerkliğe işaret eden dikkate değer örnekler üretmiş; fakat aynı zamanda, bu kazanımların diploma iptalleri gibi hadiselerle nasıl aşındırıldığına da çok yakın zamanda tanıklık etmiştir.

Artık yalnızca akademik fikirler değil, unvanlar ve diplomalar da siyasi müdahalelere açık hale gelmiştir. Yakın zamanda Ekrem İmamoğlu’nun yanı sıra birçok akademisyen ve iş insanının yaşadığı diploma iptali vakaları, akademik özgürlüğün yalnızca bilimsel bir mesele değil, aynı zamanda doğrudan hukuksal ve demokratik bir mesele haline geldiğini acı bir biçimde göstermiştir.
Bu yazıda (*) ise Türkiye’deki tarihsel direniş örneklerine odaklanıyorum. İlk yazıda, “Üniversiteler bazen büyük krizlerle değil, küçük sessizliklerle çürür” demiştim; bu kez ise Türkiye tarihinde bu sessizliklerin, kimi zaman yaklaşan bir direnişin ağırbaşlı bir soluklanışına dönüşebildiğini gösteren örnekleri paylaşıyorum. O dönemlerin sessizlikleri zamanla başka biçimlere büründü; bugünse otoriterliğin içselleştirilmiş bir norm haline geldiğini söylemek mümkün.
Bu bağlamda, uluslararası düzeyde akademik özgürlüğün temel ilkelerini tanımlayan 1988 tarihli Lima Bildirgesi de bizlere hatırlatıyor: Özgür üniversiteler yalnızca bilgi üretmez; aynı zamanda özgür toplumların varoluş koşullarını da inşa eder.

İşte bu çerçevede, Türkiye akademi tarihinde mücadelenin iki güçlü örneğini inceliyoruz: Boğaziçi Üniversitesi’nin hem geçmişte rektör seçim sürecinde hem de günümüzde atama sürecinde sergilediği kararlı duruş ile ODTÜ’nün 1970’lerin sonunda haksız atamalara karşı başlattığı 9 Aylık Boykot.
Çünkü akademik özgürlük, üstten bahşedilen bir ayrıcalık değil; tabandan, dayanışmayla ve mücadeleyle inşa edilen bir haktır — unutulmamalı ve her koşulda savunulmalıdır.
Bugün yaşadığımız özgürlük kayıplarını daha iyi anlayabilmek için, geçmişte yükseköğretim içinde yeşermiş mücadele örneklerine bakmak büyük önem taşıyor. Türkiye akademisinin tarihsel hafızasında, kurumsal özerkliğin ve özgür düşüncenin yalnızca korunmadığı, aynı zamanda aktif biçimde savunulduğu kritik anlar olmuştur.
Türkiye’de üniversite özerkliğinin ve akademik özgürlüğün en güçlü kurumsal geleneklerinden biri Boğaziçi Üniversitesi’nde inşa edilmiştir. 1980’lerin ardından Yükseköğretim Kurulu (YÖK) eliyle dayatılan merkeziyetçi atama yöntemlerine karşılık, Boğaziçi Üniversitesi kendi içinde bir pratik geliştirerek rektör belirleme sürecini üniversite bileşenlerinin iradesine dayandırmayı başarmıştır.

1987 yılında başlatılan ve 1992’de resmileşen bu gayri resmi seçim uygulaması, Boğaziçi’ni Türkiye’de akademik özerkliğin ve içsel demokrasi arayışının öncüsü yapmıştır.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kurulan YÖK düzeni ve onu takip eden on yıllarda, görece demokratikleşme hamlelerine rağmen, Türkiye akademisinde ve Boğaziçi’nde uzun bir sessizlik dönemi yaşanmış, bu sessizlik, üniversite bileşenlerinin—özellikle de öğrencilerin—tabandan gelen kararlı iradesiyle ancak kırk yıl sonra kırılabilmiştir.
12 Eylül sonrasında askerî yönetim tarafından başkanlığına İhsan Doğramacı’nın getirildiği YÖK’ün (**) kuruluş sürecinde, diğer üniversitelerde seçilmiş rektörler görevlerini sürdürmeye devam ederken yalnızca Boğaziçi Üniversitesi rektörü Semih Tezcan görevden alınmış; ancak bu açık müdahaleye rağmen kurum sessiz kalmıştır. Takip eden yıllarda akademisyenlerin oy kullanması mümkün olmuşsa da asıl belirleyici hep devlet otoritesi olmuştur. Nitekim bu dönemde seçimle gelen bir rektörün dahi atamasının devlet tarafından yapılması, seçim sürecinin yalnızca bir danışma mekanizmasına indirgenmiş olduğunu göstermektedir.

12 Eylül’de ilk Boğaziçi’ne yapılan bu kritik müdahale karşısında üniversite kamuoyunun kayda değer bir tepki vermemiş olması, YÖK’ün atadığı yeni rektörle birlikte kurum içindeki YÖK uygulamaları harfiyen yerine getirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, YÖK kurulduktan yıllar sonra 1987’de başlayan seçim pratiği yalnızca bir demokratik kazanım değil, aynı zamanda geçmişin bu uzun sessizliğine geç kalmış bir cevaptır.
Nitekim bu döneme dair tanıklıklar, Boğaziçi’nde yalnızca sessizlik değil, zaman zaman açık işbirliği örneklerinin de yaşandığını gösteriyor. Oya Silier’in görevden alınışının, dönemin dekanı tarafından bizzat evinde tebliğ edilmesi, sessizliğinin ne denli kurumsallaştığını da göstermektedir. 12 Eylül sonrasında kurulan YÖK sistemine karşı toplu istifa gibi adımlar konuşulmuşsa da bu irade çoğunluk tarafından sürdürülememiştir. Gündüz Vassaf, Taha Parla ve Reşit Canbeyli gibi isimlerin Boğaziçi’nde bireysel direnişleri, başka kurumlarda da 1402’lik diye anılan 70 hocanın üniversiteden uzaklaştırılmasına tepki göstererek istifa etmesi bu dönemdeki genel çekingenliğin istisnası olarak kalmıştır. Bu örnekler, mücadelenin yalnızca bir bedel değil, çoğu zaman derin bir yalnızlığı da göze almayı........

© yetkinreport.com