2025 BM Genel Kurulu’nun 80’inci oturumunda yeni dünya düzeni
Cem Gürdeniz yazdı…
Dünya, 2025 BM Genel Kurulunun 80’inci oturumunda yakın tarihin en karmaşık jeopolitik dönüşümlerinden birini yaşıyor. Bu dönüşüm tarihsel jeopolitik ve ekonomik kırılma noktalarının varlığı ile şekillenmektedir. Soğuk Savaş sonrası sadece 20 yıl süren tek kutuplu düzen artık yok. Yeni çok kutuplu sistem doğdu. Sorun bu yeni düzenin kabul edilme sürecinin nasıl yaşanacağıdır. Tarih, düzen değişimlerinin daima savaş ve krizlerle şekillendiğini gösterir; 1648 Westphalia, 1815 Viyana, 1919 Versailles ve 1945 Yalta süreçleri bunun örnekleridir. Hepsinde düzen değişikliği yaşanmıştır. Bu süreçler hem jeopolitik hem de ekonomik fay hatlarının kırılması ile gerçekleşmiştir. 30 yıl savaşlarının bitmesi; Napolyon döneminin kapanması, Birinci Dünya Savaşında denize çıkmak isteyen Almanya’nın kıtaya itilmesi; Aynı kaderin İkinci Dünya Savaşında hem Almanya hem Japonya için tekrar etmesi yeni düzenlerin kurulmasını tetikledi. Her dönem önceki dönemin rövanşını yarattı. Aynı döngüler ekonomik alanda yaşandı. Küresel ekonomik kriz ve Almanya’nın ekonomi devi olarak sahnede yerini alması 1910’larda savaş arayışına yol açtı. 1930’larda Büyük Buhran faşist radikalleşme ve yayılmacı politikaları doğurdu. 1960’larda Bretton Woods çatlamaları jeopolitik saldırganlığı körükledi. 1973’te OPEC krizi ile Nixon’ın altın standardını terk etmesi zincirleme reaksiyon ile neo-liberalizmin ve köpük finansın büyümesine ve nihayet 2020’lerde küresel borç krizleri ile milliyetçi popülizm ve çok kutuplu rekabeti hızlandırdı. Bugün küresel borç-milli gelir oranı tarihsel zirvelerde seyrediyor. Bu koşullar, 1930’lardan daha da kırılgan bir ekonomik temel yaratmaktadır. Bu arada Ukrayna Rusya savaşı devam ediyor. Gazze’de Holokost’tan bu yana en büyük insanlık dramı yaşanıyor. İsrail kayıtsız şartsız soykırım uyguluyor. Her gün onlarca kadın ve çocuk ölüyor. Dünya seyrediyor.
Birleşmiş Milletlerin 80. Oturumu 9 Eylül 2025 tarihinde böyle bir konjonktürde açıldı. Aynı gün İsrail, ABD’nin en büyük hava üssünün olduğu Katar’ın başkenti Doha’da ABD şemsiyesi ve güvencesi altında icra edilecek Hamas-ABD ateşkes görüşmelerinin yapılacağı binaya hava kuvvetleri ile saldırdı. ABD ve İngiltere onayı ve gözetiminde yaşanan bu saldırı Batı Asya’da ve Körfez’deki tüm dengeleri alt üst etti. Bu vahşi saldırıdan 6 gün sonra İsrail sistematik açlık ve soykırım politikası uyguladığı Gazze’yi topyekûn işgal harekâtına başladı. Halen yüzbinlerce Filistinliyi ölüm tehdidi altında Mısır’a doğru güneye göçe zorluyor.
BM 80.Genel Kurulu açılışında Genel Sekreter Antonio Guterres insanlık değerlerinin “kuşatma altında” olduğunu ve kurumsal sınırların çatışmalar karşısında zayıfladığını vurguladı. Çoğunluk üye devlet, İsrail-Filistin meselesinin çözümünde iki devletli modelin korunması çağrısında bulunsa da ABD vetosu devam ettiği ve İsrail ABD’den kesintisiz askeri ve siyasi destek aldığı sürece bu hedefin gerçekleşmeyeceğini her üye biliyor. Genel Kurul istediği kararı alsa da Büyük Güçlerin özellikle Güvenlik Konseyi yoluyla gerçek yaptırımlar üretme konusundaki tıkanıklık 80. oturumda daha da görünür hale geldi. Son olarak 18 Eylül’de 80.Oturumun başladığı günlerde Gazze’de koşulsuz ateşkesi ABD veto etti. Kısacası küresel düzene yön veren en önemli kurum perişan bir halde. Perişanlığın temel nedeni onu kuran devletin çöken bir hegemon olarak hukuk temelli dünyayı karşısına alması ve İsrail ile kendi düzenini dayatması.
Aslında BM’nin bugün düştüğü durum ile II. Dünya Savaşı öncesindeki Milletler Cemiyetinin (MC) konumu arasında dikkat çekici benzerlikler mevcut. Milletler Cemiyeti, 1930’larda İtalya’nın Habeşistan işgali, Japonya’nın Mançurya istilası veya Almanya’nın yayılmacı politikaları karşısında kararlar alsa da bunları uygulatacak askeri-siyasi güce sahip değildi. Neticede İkinci Dünya Savaşı çıktı. 2025 BM Genel Kurulu’nda da Gazze krizi ve diğer küresel sorunlarda sert açıklamalar ve barış çağrıları yapılmasına rağmen, kararların bağlayıcı olmaması ve Güvenlik Konseyi vetoları yüzünden pratik sonuç doğuramaması aynı kurumsal zaafı hatırlatıyor. MC döneminde de fiilen büyük güçlerin desteği olmadan alınan kararların hiçbir ağırlığı yoktu. Bugün BM’de de benzer bir durum var. Milletler Cemiyeti, büyük krizler karşısında işlevsizleşerek “uluslararası kamu vicdanı” rolüyle yetinmek zorunda kalmıştı. BM de bugün aynı sembolik çerçeveye sıkışıyor.
Şüphe yok ki gerileyen hegemon küresel düzen üzerindeki baskısını barış ve istikrar içinde devretmeyecek. Halbuki Büyük Britanya, Pax Britannica sonrası gücü ABD’ye kan dökmeden devretmiş ve kolektif batının eski sömürgeci lideri kimliği ile ABD’nin yanında olmuştu. Şimdi durum farklı. Çin ile ABD arasında bu değişim belli ki kansız yaşanmayacak. Bu karmaşaya ayrıca İsrail jeopolitiği eklenmiş durumda. İsrail, kılcal damarlarını ele geçirdiği ABD’nin küresel liderlik krizinde en büyük engellerden birisi durumunda. Küresel çapta büyük güçler arasında gerilim birikimi bugün had safhadadır. Kritik eşiklerin geçilmesi ve tetikleyici kıvılcımın ateşlenmesi ise belirsizliğini korumaktadır. Bunun temel nedenleri arasında nükleer caydırıcılığın büyük güçlerin doğrudan savaşmasını engellemesi diğeri de AB ve Japonya gibi batı etkisindeki refah devletlerinin henüz savaş ekonomisine ve savaş psikolojisine geçmeye hazır olmamalarıdır. Ayrıca küresel ekonomik entegrasyonun derinliği, iklim krizinin yarattığı baskılar, siber savaş kapasitelerinin gelişmesi ve uzay alanının askeri hale getirilmesi, çatışma dinamikleri ile büyük güçlerin geçmiş dünya savaşlarına benzer bir formatta hesaplaşmalarını karmaşıklaştırıyor. O nedenle her büyük ekonomik kriz arifesinde savaşların devamını isteyen hegemonya ve finans kapital oligarşi bulacağı ucuz kan üzerinden rakip büyük devletleri yıpratmaya ve kendi içinde parçalamaya gayret sarf edecektir. Bu süreçte en ciddi diğer bir sorun alanı büyük güçler dışındaki nükleer güçlerin durumudur. İsrail, Pakistan, Hindistan ve muhtemelen İran’ın nükleer kapasiteleri, bölgesel çatışmaların küresel felaketlere dönüşme riskini artırmaktadır. İsrail’in ABD tarafından bilinçli ve iradeli şekilde önlenmeyen saldırganlığı bu riski daha da öteye taşımaktadır. Diğer taraftan askeri ve jeopolitik gerginlikler dışında son 50 yıldır uygulanan doğayı, insanı ve ahlakı yok eden neoliberal kapitalist model sonucu oluşan ekonomik kırılganlıklar, dünyanın her yerinde siyasi radikalleşme ve milliyetçi tepkilerin yükselmesine zemin hazırlamaktadır. Bu kapsamda enerji güvenliği, gıda ve su kıtlığı, büyük güçlerin nadir metallere erişim arzusu da geleneksel güvenlik kavramını genişleterek her devletin “hayati çıkar” tarifini farklılaştırmaktadır. Artık ulusal güvenlik sadece askeri tehditlerle değil, ekonomik bağımlılık, iklim krizi ve kaynak kıtlığı ile de şekillenmektedir. Bu genişletilmiş güvenlik algısı, devletleri daha saldırgan politikalara ve öngörülebilirliği azaltan hamlelere itmektedir. Bu durum yeni savaşların başlatılması için hegemonya ve finans kapital oligarşi tarafından etkinlikle kullanılmaktadır.
Yaşadığımız dönemde gerilim artışının temel nedenlerinden ilki Asya’nın 1700’ler sonrası sömürgeci batıya devrettiği küresel ekonomi liderliğinin 300 yıl sonra geri alınmasıdır. Küresel servet ve güç yeniden doğuya kaydı. İkincisi son 220 yıldır dünya okyanuslarının kayıtsız şartsız egemeni olan Anglosakson/AngloAmerikan dünyanın Arktik Okyanusu ile Batı Pasifik’teki kontrolünü kaybetmesidir. Bu durum gerek İngiltere gerekse ABD’nin 220 yıldır üzerine titrediği ‘’Asya ve Avrupa’yı parçalı tut, okyanus/denizlere hâkim ol ve rakipleri çevrele’’ stratejisini çökertmiştir. Çin’in 1990’larda başlattığı reformlar, devasa altyapı yatırımları ve Kuşak-Yol girişimi, ticaretin yeniden Asya merkezli damarlar üzerinden akmasını sağlarken bir savaş durumunda Çin’in Malakka Boğazına bağımlılığın azaltıyor. Çin üretim gücüyle, Hindistan yükselişiyle, BRICS ise G7’yi aşarak dünya dengelerini değiştiriyor. Günümüzde Satın Alma Gücü Paritesi (PPP) Çin’in milli geliri (PPP) 40 trilyon USD; Hindistan’ın 20 trilyon USD iken ABD’nin ise 29 trilyon USD seviyesinde. Buna karşın ABD, on yıllarca süren yıpratıcı savaşlarla trilyonlar harcadı, 37 trilyon USD borç kapanına girdi ve teknolojideki üstünlüğünü yitirdi. Bugün ABD’nin askeri gücü 2 cephede savaşı sürdürecek durumda değil. Okyanuslar ve denizler artık Amerikan donanması için Kızıldeniz ve Bab El Mandeb Boğazında yaşandığı üzere güvenli değil. Küresel düzlemde savunma teknolojileri ve asimetrik yetenekler orta ve hatta küçük ölçekli devletlerin bile erişimine açıldı. Askeri gücün erozyonu, Washington’un küresel hegemonya iştahıyla ekonomisinin gerilemesi arasındaki açığı daha da görünür kıldı. ABD,........
© Veryansın TV
