menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Modern Siyasete Meşruiyet Arayışları

15 1
30.05.2025

Osmanlı Devletinin gerileme ve çöküşüne giden süreçte, birçok kurtuluş düşünceleri üretilmiş, bu düşüncelerin esasa tekabül eden yanını devleti çöküşten kurtarmak teşkil etmiştir. Osmanlı siyasal aklı, çöküşten kurtulmak için Avrupa’yı taklit etmeyi ve bu taklit etmenin zaruretini öncelikle askeri alanda düşünmüş olsa da, esasa tekabül eden yanının siyasal alanda olması gerektiğini doğru bulmuştu. Tanzimat’ın ilanı da, ileriye dönük olarak gerçekleştirilmesi düşünülen parlamenter sistemin zeminini hazırlamak için gerçekleştirilmiştir. Bu sebepten yeni düzen için de, kutsal temelli meşruiyet arayışı zaruri olmuştur.

Osmanlı Devletinde yirmi yıldan fazla memuriyet görevinde bulunan Fransız diplomat Engelhard, “Türkiye ve Tanzimat” adlı eserinde, Tanzimat’ın en önemli amacının, Müslüman toplumları asırlardır manevî ve siyasî bakımdan uzak yaşamış olduğu Hristiyan toplumlara yaklaştırmak olduğunu ifade etmektedir.([1]) Engelhardt eserinde daha ilginç bir tespitte daha bulunur ki, bu tespitinin, ileride yaşananlar göz önüne alındığında ne kadar yerinde bir tespit olduğu görülmektedir. İlginç olan diğer bir yön ise Engelhard’ın kitabını, “Osmanlı ve Tanzimat” olarak değil de, “Türkiye ve Tanzimat” olarak adlandırmasıdır.

İki seçenekten biri

“Türkiye’nin, artık geciktiremeyeceği uzlaşmayı sağlamak için ortadaki engeli ya tamamen kaldırması ya da hafifletmesi, yani hükümeti Hristiyan dünyasında olduğu gibi dinî kanunların tesirinden az çok kurtararak ruhanilikten dünyeviliğe dönüştürmesi veya temel inanç ilkelerini serbestçe yorumlamak suretiyle yavaş yavaş dinî sınırlardan kurtarması gerekiyordu.

Osmanlı hükümeti, her şeyden fazlaca etkilenen cahil ve mutaassıp bir halkın gücenebileceği durumlardan sakınmak için bu ikinci şıkkı seçmeye karar vermişti.”([2]) Yani dinin temel inanç ve ilkelerinin serbestçe yorumlanmasının önü açılmıştır.

Tanzimat’ın ilanından sonra ortaya çıkan aydın –ulema, mektep– medrese çatışması, süreç içerisinde ulemayı da yeni düzeni, dini yorumlarla meşrulaştırmaya yöneltmiştir. Bir bakıma Engelhardt’ın ifade ettiği tespit ortaya çıkmıştır. Yani dinin temel kavramları asli hüviyetinden soyutlanarak, günün siyasi gelişmelerine göre serbestçe yorumlanmaya başlanmış, hatta dini alanda bilgi ve malumat sahibi olmayanlar bile fikir belirtmekte aktif rol oynamıştır.

Üç neslin siyasi talepleri

Dinin temel inanç ve ilkelerinin serbestçe yorumlanmasının öncülüğünü ise genel isimlendirme ile ulema, özel ifade ile İslamcı aydın ve entelektüeller üstlenmiştir. Genel geçer bir tabirle “İslamcılık” olarak adlandırılan ve en önemli kurtuluş düşüncesi olan bu düşünce cereyanı, her ne kadar “Bütüncül bir dünya görüşü” olarak ifade edilse de, tamamen siyasi talepleri öncelediği tartışma götürmez hakikattir. Eğer Türköne’nin dediği gibi, İslamcılık Genç Osmanlılarla birlikte ortaya çıkmış ise,([3]) Genç Osmanlıların ilk talepleri de sadece siyasi alanda olmuş, meşveret kavramından yola çıkarak siyasi idarede Avrupai parlamenter meşrutiyeti talep etmiştir. Onların bu talebi ikinci nesil İslamcılar diyebileceğimiz II. Meşrutiyet dönemi İslamcılarına da sirayet etmiştir. 20. yüzyıl başlarındaki İslamcıların siyasi alandaki meşrutiyet taleplerini, 21. yüzyıl başlarında ortaya çıkan üçüncü nesil İslamcıların da demokratik temelli talepleri takip etmiştir.

Ezmanın tagayyuru ile ahkâmın tagayyuru

Tabii bu taleplerin halk nazarında itibar görebilmesi ve kamuoyu sağlanabilmesi için de, dini temelli meşruiyete ihtiyaç vardır. Modernleşme döneminin tartışma konularından olan “gavurlara benzemek caiz midir? Müslümanların meclisinde gayrimüslimler bulunabilir mi? Din –İslam– terakkiye mani midir?” Din bilim, mektep medrese, aydın ulema vb. konular sürekli tartışılmıştır. Engelhardt’ın dediği gibi, bütün bu tartışmaların aşılması ve meşruiyetin sağlanması için, dinin günün gereklerine göre yeniden ve sil baştan yorumlanması gerekmekteydi. Mecelle’nin 39. maddesinde yer alan “Ezmanın tagayyuru ile ahkâmın tagayyuru inkâr olunamaz”([4]) kaidesi, dönem itibarıyla kullanışlı bir hüküm olmuştur. Mecellenin bu hükmünü tefsir edenlere göre, ahkâm her vakit ve zaman belki her dakika tebdil eder. Tarihte hiçbir kanun korunmuş olarak kalmamış, sürekli değişmiş, yenileri yapılmıştır.([5]) Bir yere kadar doğruluk payı olan bu yorumun esas amacı göz önüne alındığında, tehlikeli bir yola sevk ettiği zaman geçtikçe anlaşılmıştır.

Ve şavirhum fil emr

I. Meşrutiyetin ilanından önce yurtdışında bulunan sistem muhalifleri olan Genç Osmanlılar, yayın organları olan Hürriyet Gazetesi’nde, talep edilen siyasi sisteme uygunluğu konusunda dini ve dinin kavramlarını yeniden yorumlamak üzere azami gayret göstermişlerdir. Özellikle Ali İmran suresi 159. ayetinde yer alan “meşveret” kavramının, meşrutiyetin dinen meşruluğuna işaret ettiğine delil gösterilir.

Hürriyet Gazetesi başyazarı olan Namık Kemal, Hürriyet’in dördüncü sayısında neşrettiği bir makalesinin başlığına, Ali İmran suresinin 159. ayetinde yer alan “Ve şavirhum fil emr” ifadesini seçer. Namık Kemal bu ayet üzerinden meşveret kavramına atıf yaparak, meşveret kavramından meşruti yönetime meşruluk sağlamaya çalışır. Namık Kemal ayrıca, “Seyyidül kavmi hadimühüm”, “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” Hadis-i şerifini de makale içinde ele alır ve halk iradesi lehine yorumlar.([6])

Namık Kemal, ayette geçen “Ve şavirhum” lafzından yola çıkarak, meşverete ve meşveretten de cumhuriyete varan yorumda bulunur. Yaptığı yorumla, İslam’ın da başlangıcında bir cumhuriyet olduğu sonucuna varır.([7]) Namık Kemal’in Hürriyet Gazetesi’nde konu üzerine sıralı makaleleri neşredilir.([8]) Namık Kemal, İslam’ın bir cumhuriyet rejimi olduğunu da iddia ederek, İslam’ın ilk yıllarını, “Cumhuriyet-i İslamiye” olarak değerlendirir. Bu değerlendirmesine de İslam tarihinden örnekler vererek meşruiyet sağlamaya çalışır. Makalesinin ismini de, “İnnallahe Ye’muru bi’l-Adl ve’l-İhsan” olarak belirlemesi ayrıca manidardır.([9])

Ali Suavi de hükümetleri –devlet idare şekillerini– üçe ayırır. Ya monarşi-padişahlık, ya aristokrasi-hükümet-i ayan, ya da demokrasi–halk iradesi müsavat. Suavi demokrasiye meşruiyet sağlamak için, İslam’ın ilk yıllarının demokrasi olduğunu ileri sürer. İslam’ın ilk dönemlerinde padişahlık, meliklik, sultanlık yoktur, eşitlik dolayısıyla demokrasi vardır.([10])

Zamanın ruhuna göre adalet tanımı

Namık Kemal’in ve Ali Suavi’nin neşrettiği gazetelerin ve makalelerin tarihine bakıldığında, I. Meşrutiyetten önce olduğu görülmektedir. Din ve ayetler ve siyer erken dönem denilebilecek bir zamanda, zamanın siyasi icap ve taleplerine göre yorumlanmaya başlanmıştır. Namık Kemal’den 40 yıl sonra, II. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte, aynı isimli makalelerin neşredilmesi ve yaklaşık aynı ifadelerin kullanılması dikkatleri çeken diğer bir husustur. Makale yazarı İsmail Hakkı adaleti, “hukukta müsavata riayet edip, hak edene hakkını vermek” olarak yorumlar.([11]) Mecelledeki adaletin –adil insanın– tanımı ise, “iyilikleri kötülüklerinden fazla olan” şeklindedir.([12]) Bu tanım, genel kabul görmüş fıkhi tanımlamalara ise muhalif görünmektedir.

Dönemin en çok başvurulan tefsirlerinin başında gelen Fahreddin Razi’nin yaptığı adalet ve ihsan tanımlamaları, ne Mecelle’de yer almış, ne de modernleşmenin önüne geçilemez hız aldığı II. Meşrutiyet döneminde. Razi’nin tanımlamasına göre, “Adalet, Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek; ihsan, farzları yerine getirmektir” demiş; bir başka rivayetinde ise, “Adalet, Allah’ın eşi-ortağı olmadığını söylemen; ihsan, Allah’a sanki görüyormuş gibi ibadet etmen ve kendin için arzuladığın her şeyi insanlar için arzulamandır.”([13])

Fakat asıl hızlı ve önüne geçilemez yorumlar, II. Meşrutiyet döneminde başlar. 10 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyetle birlikte neşriyata başlayan İslamcı basın, başta Sıratı Müstakim ve Beyanülhak olmak üzere Hayrü’l Kelam, Hikmet, İslam Mecmuası, İ’tisam, İttihad-ı İslam, Muhibban, Volkan gibi gazeteler, dönemin siyasi konjonktürüne göre ayetler seçerek yeniden yorumlamışlardır.

Hubbu’l Vatan Mine’l-İman

II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte bazı kavramlar, daha önce hiç zikredilmeği kadar öne çıkar. Bunlar hürriyet, müsavat, meşrutiyet, meşveret, meclis, Kanun-i Esasi, tevekkül, terakki, vatan, istibdad gibi kavramlardır. Bu kavramlar zamanın ruhuna göre ele alınır ve yeni siyasi düzen olan meşrutiyetin meşrulaştırılması için, içleri yeniden doldurulur. Özellikle “Hubbu’l Vatan Mine’l-İman” hadisi, coğrafyanın vatana dönüşmesi ve uluslaşmanın başlangıcı olarak ciddi itibar görür.([14])

Sıratı Müstakim daha ilk sayısında Musa Kazım tarafından “Hürriyet” başlıklı makale serisi kaleme alınır ve takip eden sayılarda devam eder. İstibdadın karşılığı olarak ele alınan hürriyet, meşruti siyasi sistemin icaplarına göre yorumlanır. Musa Kazım’ın tanımında; Hürriyet azade olmaktır, lakin hiçbir kayıt olmaksızın değildir. Zira kâinatta kayıtsız olarak azade olan hiçbir varlık yoktur. Musa Kazım, hürriyette kaydı ise yeni parlamenter düzenin anayasasına -Kanun-i Esasiye- bağlar ve Kıyame suresi 36. ayeti olan, (İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?) bu husus üzerine zikreder.([15]) Musa Kazım Sıratımüstakim’in 2. sayısında aynı konuya devam eder ve Kanun-i Esasiyi eleştirenleri, toplumu büyük bir fitne ve fesada sevk etmekle suçlar.([16]) Aynı sayıda Ebul Ula Mardin, Şura suresini ele alır. Mardin de makale serisi neşreder. Şura suresinden meşverete, meşveretten de meşrutiyete delil bulur. Hilafet-i İslamiye meşrutiyet şeklinin en parlak göstergesidir.([17]) Surenin 15. ayetini, gidilen yolun –meşrutiyetin- doğruluğuna işaret edecek şekilde yorumlar.

Meşveret – Meşrutiyet

Ulema sınıfının çıkardığı........

© Venhar Haber