Müflis bir tüccar gibi listelerin asıldığı panoya yaklaştım...
Listelerin asılı olduğu panoya iyice yanaştım. En alttan itibaren ismimi aramaya başladım. Alt sıralarda yani yedeklerin içinde yoktum. İstanbul’un yüksek binaları, camileri, her biri mızrak gibi göğe yükselen minareleri ardından kıpkızıl bir güneş doğuyordu yine. İlk geldiğim günkü gibi kalın giyinmemiştim bu sefer. Küçük kardeşim Sagıp ter döktüğümü fark etmiş, bana yazlık bir pantolon, ona münasip gömlek, çorap ayarlamıştı. Dışım, yani kılık kıyafetim İstanbul'a münasip olmuştu ama içim hâlâ Erzurumlu, kafam tam köylüydü. Bir bekçi kulübesinin önünden geçerken içeri bakıyorum, “kapısını açık bırakarak çıkmış” diyorum gayr-i ihtiyari. Hâlâ memlekette, köyümüzün hülyasındayım. Nardan sini gibi güneşe bakıp hayvanları çobana götürdüğüm sabahları Topyolu dağının gerisinden mavi semaya yükselen güneşi hatırlıyorum. Güneş, aynı güneş fakat oradaki toprağın ısınması başka, nefes alışı başka, yeşili başka, buradaki bambaşkaydı. Yüreğime bir kor düşmüştü. Her şeyini kaybetmiş........
© Türkiye
