menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yazık o millete ki... (1)

5 0
23.10.2025

​Değerli Okurlar,
​"Dünün hatırası ve yarının düşü olan bugün,"
İnsanın, toplumun ve devletin vicdanına seslenen, dünyaca ünlü bir şair, bir filozof ve bir ressamdan söz edeceğim.¹

​O, bir toplumu çürüten temel hastalıkları; bağımlılığı, ahlaki körlüğü, korkaklığı ve bölünmüşlüğü, tüm çıplaklığıyla yüzümüze çarpan, bir felaket tellallığı değil de bir teşhiste bulunan ve "yazık o millete ki" diyerek çizdiği portreyle, kendi potansiyelini inkâr edip konforlu bir uyuşukluğu seçen toplulukların ahval ve şeraitini gözler önüne seren biri...

​Yaşamın anlamı üzerine şiirsel bir dille yazdığı ve bilgelik dolu bir kitabı var. Adı The Prophet yani "Ermiş”...

​Adeta, ruhsal bir rehber gibi ve her sözünde, insan yaşamının bir yönünü felsefi bir bakışla ele alan, evrensel bir insan sevgisi var.

​Amacı, okuyucuyu bir dine ya da ideolojiye değil de kendine ve sevgiye yönlendirmek, insanın kendine ve insanlığa yabancılaşması ya da ahlaki çürümesinin karşısında vicdanın ve sevginin direnişini sunmak diyebiliriz.

​Eserinde,
El Mustafa adlı kişinin, yıllarca yaşadığı Orphalese Kentinden doğduğu yere dönmek üzere gemiyi beklerken, kendisini uğurlamaya gelenlerin yaşamla ilgili sorularına verilen derin ve zamansız cevaplar var.

​Şöyle ki;
​"Yazık o millete ki², dokumadığı şeyi giyer, ekip biçmediğini yer, hasat etmediği tohumun ekmeğiyle beslenir, kendi cenderesinden çekmediği bir şaraptan içer.

​Yazık o millete ki, zorbayı bir kahraman gibi alkışlar ve gösterişli fatihi hayırsever sanır.

​Yazık o millete ki, rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer.

​Yazık o millete ki, sesini sadece cenaze törenlerinde yükseltir, sadece yıkıntılar arasında kibirlenir ve sadece boynu kılıçla kütük arasındayken başkaldırır.

​Yazık o millete ki, devlet adamı bir tilki, filozofu bir hokkabaz, sanatı yamama ve taklit sanatıdır.

​Yazık o millete ki, yeni hükümdarını borazan sesleriyle karşılar ve bir sonraki hükümdarını da borazanlarla karşılamak için, onu yuhalayarak uğurlar.

​Güçlü adamları henüz beşikteyken, bilgeleri yıllarca susturulan o millete yazık!

​Ve her parçası kendini bir millet sanan, o bölünmüş millete yazık!.."

​Diyorum ki;
O'nun söylediklerinden ders alır mıyız?
​Mesela, "Bağımlılık ve Tembellik Üzerine" olan,
"Yazık o millete ki, dokumadığı şeyi giyer, ekip biçmediğini yer, hasat etmediği tohumun ekmeğiyle beslenir, kendi cenderesinden çekmediği bir şaraptan içer." sözü anlamlı değil midir?

​Elbisesini yabancıların dokuduğu,
ekmeğini yabancıların pişirdiği insanları düşünün derken sadece ekonomik bir sömürü eleştirisini değil, zihinsel ve ruhsal bir tembelliği, yaratıcılıktan ve üretimden kopuşu dile getirmiyor mu?

​"Çalışmak, sevgiyi görünür kılmaktır... Eğer sevgiyle değil de isteksizce çalışıyorsanız, çalışmayı bırakıp tapınağın kapısında oturmalı ve sevgiyle çalışanların sadakasını almalısınız." diyerek çalışmanın kutsallığını hatırlatmıyor mu?

​O, çalışmayı bir angarya değil, kişinin evrene kattığı bir imza, bir yaratım eylemi gibi görüyor ve sadece tüketmek ve bağımlılık için değil, ancak ve ancak var olmak için sevgiyle üreten çalışanların, milletlerini bu "dokumadığını giymekten" kurtarabileceğini, gerçek ve sağlıklı bir milletin ise insanların benliğini ve onurunu korumasıyla mümkün olabileceğini, yoksa birbirinin gölgesinde büyümeye çalışanlar, "bölünmüş" ve "bodur" kalmaya mahkumdur, diyerek de ders veriyor.

​Gerçekten, kendi fikrini üret(e)meyen, kendi kültürünü, kendi değerlerini yarat(a)mayan ama başkalarının ürettiğini "giyen" ya da "yiyen"lerin, kendi benliğini kaybetmiş bir tüketici kalabalığına dönüşeceği gerçeğiyle yüzleştiriyor ki, bu bir toplumun trajedisi olsa gerek...

​Biliyorum ki,
O'nun bu feryadı tanıdık geldi ve dünün gazete manşetlerine bakılarak yazılmış yaşamımızın ta kendisi dediniz.

​O'nun evrensel eleştirilerini alıp Türkiye'nin kendine özgü tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulları, mesela küresel kapitalizmdeki yeri, geç modernleşme süreci vb. içinde derinlemesine bir analizi yapmadan, sorunları daha çok bireysel ahlak ve tercihlere indirgeyerek, biraz ironik, biraz mizahî ve biraz da düşündürücü serzenişle ama salt hazıra alışmışlığın portresini göstermek, hatta bize "el", bize uzak olmalı dediklerimizi de misalen zikrederek "Ahmet Bey'in Hikâyesi"³ ile devam edelim istiyorum. Elbette ki, tartışıl(a)mayan zevkinize ve renginize göre değişebilir bir hikaye...


Okuyalım,

​"Sabah 07.00’de Casio saatinin alarmıyla uyanan Ahmet Bey, Puffy yorganını itip Hugo Boss pijamalarını çıkardı ve Adidas terliklerini giydi. Banyoda Clear şampuan ve Protex sabunuyla duş alıp, Colgate ile dişlerini fırçaladıktan sonra BRAUN ile saçlarını kuruttu, Bill’s gömleğini........

© Toplumsal