menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Trump’a veril(mey)en Nobel Barış Ödülü

18 1
12.10.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

12 Ekim 2025

ABD Başkanı Donald Trump

Barış ödülü, Nobel’in en tartışmalı yüzü olmaya devam ediyor. Bunun nedeni belki de “barış” kavramının bizzat kendisi.

Silah bırakmak mı, insan haklarını geliştirmek mi, adalet ve eşitliği sağlamak mı yoksa savaş aralarında diplomasi yürütmek mi? Nedir barıştan anladığımız?

Küresel ölçekte düşündüğümüzde karşımıza daha zorlu bir soru çıkıyor: Dünyada barış nasıl sağlanır?

Uluslararası İlişkiler disiplini tam da bu soruya bir yanıt olarak kuruldu. 20 milyona yakın insanın hayatını kaybettiği, daha önce görülmemiş ölçekte bir insani yıkımın yaşandığı Büyük Savaş’ın ardından “bir daha böyle savaşlar çıkmasın” diye teoriler üretildi, kavramlar geliştirildi. Ta ki ikinci bir savaş çıkana kadar.

Bundan sonra Büyük Savaş, “Birinci Dünya Savaşı” adını aldı ve normatif bir vizyonla doğan Uluslararası İlişkiler disiplinini şu realist argüman domine etti: “Savaşlar önlenemez!”

Bu çerçevede barış, ancak güç dengesinin geçici bir ürünü olabilirdi. Güç mücadelesi devam ettikçe denge bozulacak ve yeni çatışmalar çıkacaktı. O halde barışı sağlamak için sürekli savaşmak gerekecekti.

Daha iyimser bir şekilde barıştan bahseden ve bu yüzden realistler tarafından “ütopik” diye küçümsenen liberallerin ise çok daha “parlak” bir fikri vardı. Buna göre, dünyada kalıcı barış sağlanabilirdi, tabii eğer dünyadaki tüm devletler liberal demokrasiyi benimserse!

“Demokratik Barış” adıyla bilinen ve felsefi temellerini Kant’tan alan bu teori, liberal devletlerin birbirleriyle savaşmayacağını, bu yüzden liberal demokrasinin gerekirse güç kullanarak yayılması gerektiğini öne sürüyordu. Bu argüman, Batı’nın “insan hakları” adı altında yaptığı müdahalelere meşru bir kılıf geçirmiş oldu.

Sonuçta ister realist olsun ister liberal, ikisi de aynı kapıya çıkıyordu: Barış için savaşmak, barış için öldürmek…

ABD’nin “barışın bekçisi” olduğu yolundaki iddiası da en temelinde bu paradokstan beslendi: Barış, savaştan ayrı düşünülemezdi. Barışı ancak savaş yapanlar sağlayabilirdi.

Soğuk Savaş’tan itibaren ABD, kendi hegemonyasını “küresel istikrar” ile özdeşleştirdi. “Pax Americana” (Amerikan Barışı) kavramı, bu anlayışı özetliyordu: Barış ancak ABD’nin askerî ve ekonomik üstünlüğü sayesinde korunabilirdi.

Nobel Komitesi’nin “barış” anlayışı da tarihsel olarak Batı-merkezli liberal uluslararası düzenin değerleriyle iç içe geçmişti. 20. yüzyıl boyunca bu anlayışı sürdüren komite, çoğunlukla “liberal-demokratik barışı” temsil eden aktörleri ödüllendirdi.

Norveç Nobel Komitesi, bugüne kadar dört ABD başkanını barış ödülüne layık gördü.

1906’da Theodore Roosevelt, Rusya-Japonya Savaşı’na son veren Portsmouth Barış Antlaşması’nın müzakerelerini organize ettiği gerekçesiyle Nobel Barış Ödülü aldı.

Cumhuriyetçi Başkan Roosevelt, Latin Amerika’da uyguladığı “kalın sopa” (big stick) siyasetiyle biliniyordu. Kuvvet kullanırken de barış için........

© T24