Yönetmen Tolga Karaçelik: Oscar’a aday olabilmek için Türkiye'nin destek olması ve büyük paralar çıkartması lazım
Diğer
26 Eylül 2025
Yönetmen Tolga Karaçelik ve "Saykoterapi: Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikâyesi" afişi
Tolga Karaçelik başarıya alışkın biri. O, Türkiye’den çıkmış ve global arenada ismini duyurmuş sayılı yönetmenlerden. İlk filmi Gişe Memuru ile MOMA’nın koleksiyonuna girdi, ikinci filmi Sarmaşık ile Antalya’da En İyi Film Ödülü’nü aldı, üçüncü filmi Kelebekler ile Sundance’ de Jüri Büyük Ödülü’nü kazandı. Şimdi de dördüncü filmi Saykoterapi ile sinemalarda. Bu filme ödül yok mu derseniz, var. Film, prömiyerini yaptığı Tribeca Film Festivali’nde Seyirci Ödülü aldı, ki New York seyircisine film beğendirmek zordur. Üstelik Saykoterapi, Türkiye’den bir yönetmenin Amerika’da, Amerikalı oyuncularla ve İngilizce çektiği ilk film. Oyuncu kadrosu da iddialı. Efsane aktör Steve Buscemi, Severance’daki rolüyle daha yeni Emmy Ödülleri’nde Drama Dalında En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Britt Lower ve Past Lives’ dan hatırlayacağınız John Magaro.
Filmin tam ismi çok uzun: Saykoterapi: Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikâyesi. Konusu ismi kadar. Çaptan düşmüş bir yazar, ondan boşanmak isteyen karısı ve yazarın peşinde dolanıp “benim hikâyemi yaz” diye tutturan bir seri katil. Bu üçlü bir araya gelince olanlar biraz kara komedi, biraz New York kovalamacası, biraz da “bir evlilik nasıl kurtulur?” hikayesi… Karaçelik’ in deyimiyle “90’larda pazar akşamları izlediğimiz filmler gibi…”
Karaçelik ile film vesilesiyle buluştuk ama daha fazlasını konuştuk. Sanatçılar üstünde kurulan sansür ve baskı iklimini, #metoo hareketini nasıl desteklediğini, Türkiye’den bir Oscar adayı çıkıp çıkamayacağını, ABD festivallerinde başarı göstermenin bir formülü olup olmadığını, neden hala kendini rüştünü ispatlamış hissetmediğini ve yanlışlıkla çaldığı o film fikrini…
Karaçelik iletişim kurması kolay, bu dünyaya ait gözüken biri. Kendiyle ilgili büyük lafları, gizemli edaları yok. Tüm çok başarılı insanlar gibi sanki başarı kolay elde edilebilir bir şeymiş intibası veriyor. Oysa elbette öyle değil. Apoletlerinin ardında işine çok titizlenen bir çalışkan ve hayatını kendi yapmak istediği sinemaya adamış bir yetenek olduğunu görmek işten değil.
Saykoterapi, bu adanmışlığın son ürünü ve şimdi salonlarda seyircisini bekliyor.
- Bu sohbet için hazırlık yaparken fark ettim ki sayıca epey çok röportaj vermişsin. Kendini ve yaptığın işi anlatmayı seviyor musun yoksa bunu filmin “business” tarafı için bir zorunluluk olarak mı görüyorsun?
Nasıl ki bir ozan gidiyor köy kahvesinde çalıyor, insanların ayağına gidiyor, ben de o kafayla veriyorum röportajları. Ben filmi yapıp bir kenara çekilmeyi de denedim daha önce ama o kadar çok insan emek veriyor ki bu işe, öyle davranmak kibir gibi geldi, rahatsız etti beni. “Ben onlardan alacağımı aldım. Oyuncunun görülmesiyle ilgilenmiyorum. Görüntü yönetmeninin yaptığı işin görülmesiyle ilgilenmiyorum” demek gibi geldi. Sonuçta onlara liderlik ediyorsun, bir film yaparken insanları çağırıyorsun ve senin hayalini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Çok röportaj vermek izleme sayımı çok arttırmayacak, kazandığım parayı da değiştirmeyecek. Ama bir ekibi ikna ediyorsun “hep beraber duyuracağız” sesimizi diye. O hikâyenin duyulması için de bir emek vermek zorundasın. Filmi çekip bir sonraki hikayeni yazmak için basıp gitmeyi Saykoterapi Nisan ayında ilk gösterime girdiğinde yaptım ve biraz kendimi kibirli buldum açıkçası.
- O “kibirli” dediğin bir tipoloji sanki. Özellikle Türkiye'den bizim alışık olduğumuz “çok konuşmayan, gizemli-moody” yönetmen tipolojisi. Sen kendini o tarz bir yönetmen arketipinden farklı görüyor musun?
Bence her yazar yönetmen farklı. Her yönetmen sonuçta kendine benzer filmler çekiyor. Benim filmlerime bakarsanız 2010’da Gişe Memuru çıktığı zaman daha çok kasaba filmleri hakimdi. Eleştirmenler Gişe Memuru’na kafalarını sallamışlardı. Biraz dışarıda kalmıştım o yüzden. Sarmaşık da, Kelebekler de dönemin genel film tipolojisinden biraz farklıydı. Benim filmlerim konuşkandır. Daha kendini seyirciye açıklayan, seyirciyle iletişime girmek isteyen filmlerdir. O yüzden benim için kibirli olan o sessizliği, kenara çekilmeyi başkaları yaptığında kibirli bulacağım anlamına gelmiyor. Onların samimiyeti de öyle olabilir yani. Ben sokağa çıktığımda insanların arasına karışmayı, beraber gülmeyi eğlenmeyi seven bir insanım. Dalaşmayı, kavga etmeyi de seven bir insanım dolayısıyla olduğum gibi filmler çekiyorum.
- İletişim becerileri kuvvetli, rahat konuşan ve karşındakini de rahatlatan bir tarzın var. Networking, kendini kasmadan iletişim kurabilmek, filmini anlatabilmek… Böyle işlerde de iyi misindir?
Hayır çok kötüyüm. O yüzden kendi filmlerimin yapımcılığını yapıyorum. Ve 18-19 günde çekiyorum. Keşke iyi olsam. Galiba ben olduğum şeyden özür dilememeyi biraz erken yaşta öğrendim. Böyleysem böyleyim. Sevsen de, sevmesen de çok umurumda değil. Çok da şey etmemek lazım. Ama ben genelde insanları severek başlıyorum. Çünkü negatiflik benden çok fazla enerji götürüyor. Karanlık tarafım çok karanlık. O yüzden filmi yaparken değil, ama yaptıktan sonra insanlarla paylaşmayı seviyorum. Bir filmi yapmadan önce birisine sunmak kadar korkunç bir şey yok. Hiç kimseye sunmuyorum. Yani o pazara çıkıp bağırmak gibi oluyor. Birkaç defa denedim. O zaman da “film ortada ne yapıyorsanız yapın” tavrında yaptığım için başarılı oldum bir şekilde. “Filmim bu, bunu çekeceğim” dedikten sonra insanlar daha inanarak geldiler. Kelebekler Antalya Film Forum'da sunum ödülü almıştı. Diğer herkes hazırlanmıştı, sahneler yapmıştı. Ben akşamdan kalma gittim ve hiçbir görsel olmadan oturdum, filmin bir noktasına kadar anlattım. Sonra sıkıldım anlatmaktan, kestim. Öyle kendi kendime…
- O kendine güven nereden geliyor?
Kendime güven değil. Yani güvensem de güvenmesem de o filmi çekeceğim eninde sonunda. Çekmek istediğim filmi biliyorum. Bir şekilde de o filmi çekmenin bir yolunu bulacağımı biliyorum.
- İşte ona güven nereden geliyor? O kaynağı, o fırsatı bulabileceğine nasıl emin oluyorsun?
Delilikten. Yani bulamıyorum zaten. O yüzden 18 günde çektim son filmi. Çok çalışıyorum. Yüzden fazla reklam çektim. 30'dan fazla kısa filmin yapımcılığını yaptım. Genelde ilk yönetmenlere destek olmaya çalışıyorum. Dolayısıyla nasıl yapılacağına dair biraz deneyimim olmaya başladı. Ama ilk filmimde de böyleydi. Ben bir şeylere zorlandığım zaman o beni kamçılıyor. Bir damarım var, bana bir şeyi “yapamazsın” de yaparım. Üniversite sınavına hazırlanırken matematikte 17 net yapıyordum. Hoca “geri zekâlı” demişti bana. ÖSS'nin sonunda 44 net yaptım, bir boşum vardı.
- 18 günde çektiğin film Saykoterapi, Tribeca Film Festivali’nde seyirci ödülü aldı, İstanbul Film Festivali’nde, Ayvalık Film Festivali’nde gösterildi, geçtiğimiz Nisan’da gösterime çıktı ve şimdi 26 Mayıs’ta tekrar gösterime giriyor. Neden böyle bir yol izlediniz?
Binnaz ben hiçbir zaman bir yol seçmiyorum. Genelde böyle. İçgüdüsel olarak gelişiyor bunlar. Film Nisan ayında ilk gösterime girdiğinde, bahsettim ya, biraz konuşmamayı seçtim. O dönem çalıştığım PR ajansını delirtmiştim. Hiçbir yere gitmiyordum. “Gideceğim” dediğim şeye “hasta oldum” diyordum falan. Tam o sırada İmamoğlu olayları oldu. Dolayısıyla insanların dikkatini dağıtacak bir tanıtım yapmak istemedik. İşte kendimi kibirli bulmam da o döneme denk geldi. Filmi yarıda bırakmışım gibi hissettim. Sonra bir akşam sarhoşken açtım telefonumu ve kendi kendime bir tweet attım; “19 Eylül'de yeniden sinemalardayız” diye… BayaĞI bir görüntülendi. Ondan sonra dağıtımcı aradı “Ne yapıyorsun Tolga?” diye. Ben de “Baksana bu kadar çok insan istiyor” dedim. Dolayısıyla tekrar girmek zorunda kaldılar (Gülüyor). Sonra CHP kurultayı, kayyIm konuları oldu, 19'undan 26'sına erteledik.
- Türkiye’den sinemacılar genelde Avrupa festivallerine yöneliyor. Amerika hala biraz keşfedilmemiş kıta gibi algılanıyor sanırım. Sence iki sistem birbirinden farklı mı? ABD’de festivallerle ilişki kurmak, başarı kazanmak daha farklı hasletler, daha farklı bir yaklaşım mı istiyor?
Benim her iki tarafta da var olma şansım oldu. Karlovy Vary’de jüri üyeliği yaptım. Filmlerim Varşova'da, Rotterdam'da gösterildi. Amerika'da Gişe Memuru’ndan başlayarak Sundance'in ilgisi vardı. Filmin Kuzey Amerika prömiyeri New York Modern Sanatlar Müzesi'nde (MOMA) oldu. Tribeca da Gişe Memuru’nu göstermek istemişti. O festivallerde filmlerim biraz takip ediliyordu. Dolayısıyla tanıdıkları, bildikleri bir yönetmen oldum.
Festivaller kendi beğendikleri yönetmenleri takip ederler. Bu ilişki daha önceden başlar. Her festival için bu böyledir. Her festivalin bir fikri var. Cannes kendi yönetmenlerini tutar. Rotterdam başka, San Sebastian başka, Karlovy Vary başka yönetmenleri… Mesela benim yakın olduğum festivallerden örnek vermek gerekirse üç filmi de Selanik Film Festivali’nde gösterilen tek yönetmenim. Şimdi Tarık Aktaş’ın yeni filmini yapıyoruz, onu San Sebastian, Locarno takip eder ilk filminin prömiyerini Locarno'da yaptığı için. Berlin Film Festivali Emin Alper’i takip eder. Ben de şu anda festivallere Türkiye'den çıkmış güzel bulduğum filmleri gönderiyorum. “Bakın bunu takip edin” diye.
- Belirli bir yola girdikten sonra oradan çıkıp başka bir yere sapmak zorlaşıyor mu? Yani biraz hani o yolun yönetmeni mi oluyorsun? O festivalin yönetmeni gibi?
Aynen o yolun yolcusu........
© T24
