Süslü sözcükler, sade sanat
Diğer
31 Ağustos 2025
Babamı kaybettiğimde bir şeyler yazarsam bana iyi gelir diye düşündüm. Çok istesem de ilk birkaç ay elime kâğıdı, kalemi alamadım, klavyenin başına geçemedim, kelimeler hemen gelmedi. Hatta daha önce yazdıklarımla da bağımı kopardım. Üzerinde birkaç sene çalıştığım, neredeyse 20 derinlemesine görüşme ve iki odak grup tamamladığım projeme bir daha dönemedim. Bunun duygusunu anlatmak zor değil de, anlaşılmak zor sanki. Her kişinin kaybı kabullenişi ve hatta kabullenemeyişi aynı olmuyor. Yine de günler geçtikçe, mevsimler döndükçe paragraflar belirdi. Onların bir bütün olmasını beklemedim ama, zaten olamadılar da. Ben de bilgisayarımda iki dosya açtım. İkisine de ayrı ayrı isim verdim. Zamanla kelimeler bu dosyaların içinde birikti, şişti, taşacak hale geldi. Fakat onları hiçbir zaman sadeleştiremedim. Hep yeni bir sayfaya geçmek istedim. Geriye bakmak bana iyi gelmiyordu. Yazı hep ileriye doğru akmalıydı; geçmişte birikenler donmuştu.
Ardından kuzenimi kaybettim. Açtığım bütün dosyalar yeniden kapandı. Çok acı çekiyor ve bu acının bir an önce geçmesini istememin ne kadar mantıksız olduğunu fark etsem de elimden başkası gelmiyordu. Her şeyin bir başlangıcı, bir sonu olmalıydı. Oysa yas dediğimiz şey, kendi zamansallığıyla işleyen, dışarıdan hızlandırılamayan bir süreçti. Günler ağırlaşıyor, saatler uzuyor, zaman adeta esneyip genişliyordu. Üstüne hayatımı ne kadar çok doldurmaya çalışırsam ne kadar yeni kelime biriktirirsem içimde, acım o kadar derinleşiyordu. Göğsümün içinde yankı yapan bir boşluk vardı; onu susturmak istedikçe sanki sesi daha da yükseliyordu. Çünkü yas susturmak için değil, beraber yaşamak içindi. Yas da öğrenilen bir süreçti sanırım. Yürümeyi öğrenmek gibi, biri olmadan yaşamayı öğreniyor, kendinizi bu süreçte siz de yeniden tanıyordunuz.
Hayat böyle sürerken Hamburg’a yakın küçük bir şehirdeki üniversiteden davet aldım. “Boşluk” üzerine birkaç gün konuşacaktık. Bu davet bana teselli edici gelmişti; çünkü uzun süredir zihnimi meşgul eden kavram, bir akademik bağlamda da tartışmaya açılacaktı. Seyahat planları yaptım, metinleri düşündüm, notlarımı gözden geçirdim. Fakat proje fon yetersizliği yüzünden iptal edildi. O toplantı hiç olamadı, buluşma gerçekleşemedi ama ben çoktan bilgisayarımda tertemiz yeni bir dosya açmış ve yazmaya başlamıştım bile. Boşluğun etrafında dolaştım; nesneleri, zamanımızı, çantalarımızı doldurma çabamızı gözledim. Boşun neden eksiklik olarak adlandırıldığını, kullanılmayanın niçin değer kaybı sayıldığını sorguladım.
Sanatın tarihi, boşlukla kurulan bir kavganın tarihi olmuştu. Rönesans dolulukla taşmış, barok tiyatrolar gözün her santimini işgal etmiş, ardından romanlar bitmez tükenmez ayrıntılarla boşluk bırakmamıştı. Hepsi çerçevenin dışını unutturmak, olayları baştan sona tamamlamak için var olmuş gibiydi. Sinema ve televizyon da uzun süre aynı yolu izlemişti; klasik anlatı filmleri ve diziler, başlangıcı, gelişmesi ve kaçınılmaz bir sonu olan kapalı bir dünya kuruyordu. Televizyon, bu kapalı dünyaları haftalık bölümlerle tekrar tekrar sahneledi; boşluğa izin vermeyen bir ritim yarattı. Günümüzde ise akış platformları bu anlayışı büsbütün pekiştirdi: kesintisiz, 7/24 erişilebilir diziler, doldurulmamış zaman bırakmayan bir seyir akışıyla hayatımızı çevreledi.
Modern sanat bu fazlalığın altında nefes alamadığı için başka bir yön bulmuştu. Malevich’in Siyah Karesi, Rothko’nun renk alanları, Fontana’nın tuvalde açtığı yarıklar, Rachel Whiteread’in boş mekân dökümleri… Hepsi doluluğun tekeline karşı boşluğu sanatın kalbine taşıdılar. Ve sinemada da benzer bir şey oldu, klasik anlatının dışında kalan filmler, sanki toprağın ortasından çıkmış ayrıksı otlar gibi belirdi. Antonioni’nin boş meydanları, Tarkovski’nin uzayan planları, Akerman’ın ev içindeki........
© T24
