menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Uşşak makamının raks ayağına davet

12 1
23.02.2025

Uygulamada varlığından söz etmek uzun zamandır pek mümkün olmasa da, lafzî hukukun da artık tümüyle bir iktidar sopası haline geldiğinin akıl almaz örnekleriyle her gün şaşkına dönmeye devam ediyoruz. Siyasetin türlü veçheleriyle ablukaya alındığı, traji-komik dava açmalar, kayyımlar, gözaltılar ve tutuklamalarla “mıntıka temizliği”ne sahne olduğu koşullarda “yargı” sopasının ucu, yani “şuyuu vukuundan beter” demeyip açık ifade edersek, faşizmin eli, birkaç gün önce, gazetecilere ve sanatçılara da uzandı. Bu yazının başlangıcı itibariyle son örnek olarak, “OY’una Geldik” filmine, gösterime girmesine bir gün kala tümüyle usulsüz olarak "Eser İşletme Belgesi" verilmedi ve halkla buluşması engellendi. Dahası, buna tepki göstermek için bir araya gelip açıklama yapmak isteyenler de polis müdahalesine uğradı.

“Şaşkına dönme” dediğimiz, bir normal koşullar nostaljisinin dile gelmesi tabii… Bir “pazar yazısı” çerçevesinde, bütün topluma, özelinde de sanatçılara sus işareti yapabilen bir iktidarın nereden cüret bulduğunu düşünürken…

Babam, nadiren geçerdi iki dubleyi, gaz sobamızın yanına çekilmiş formika yemek masamızda. Ama gene de, sofranın mütevazılığına takılmadan, “memik kız” anons edilir, küçük ablam başlardı billûr gibi sesiyle:

akşam oldu, hüzünlendim ben yine / hasret kaldım gözlerinin rengine…

Büyük ablamla ben, ailenin kulaksız gırtlaksız mahçup fertleri olarak, bu nasipsizliğimizi, böyle ağdalı ve adı Sanat mı, Klasik mi tartışmalı, beste ve güftelerden ziyade popun daha basit, zıpla dingirde tarzıyla sulandırıp örterdik. Haliyle masada hiçbir ağırlığımız olmazdı, iyi dinleyici bile sayılmazdık.

Küçük ablam söylerken, daha çok ayak parmaklarının her biriyle ayrı ayrı tuttuğu tempoya şaşarak bakardım da, alkışla bile tempo tutamazdım. Aramızdaki adıyla “memik kız”ı, sesini aldığı annem, sıfatıyla tezat ama rolüyle münasip “şişman kadın” olarak izlerdi, buğulu sesiyle:

siyah ebrûlerin duruben çatma / gamzen okların âşıka atma…

Giderdi böyle. Dersiniz ki, babamın önce çatalın ucuyla ezip oyalanarak ömrünü uzattığı beyaz peynirle rakı yudumladığı sofra değil de, Maksim Aile Gazinosu…

Sonra gelsin, ah, anneme TRT Radyosu izni verilmeyişi, yakın gençlik arkadaşlarının şimdi ünlü ve kadrolu oluşu muhabbeti….

O zamanlar da çocuklar her yıl bir yaş alırlardı, ama beş yaş filan büyürlerdi. Öyleydi. Çok geçmeden, büyük ablamı müzikal kariyersizliğinde yalnız bırakıp, Cem Karaca’ya, Edip Akbayram’a, Selda’ya yönelmiştim. Hemen ardından, âşıklar dönemi gelmişti. Ozan Şah Turna, Şahsenem Bacı, Âşık İhsanî, Emekçi… Sonra… Sonra…

Sonra, o sofrada, küstahça, saraydan düşmüş peçete gibi bıraktığım müzik türünden bazı örneklerde “gerçekçilik” üzerine yazmayı planlayarak “tefekkür eyledim”.

rüzgâr kırdı dalımı / ellerin günahı ne? / ben yitirdim yolumu / yolların günahı ne?

Bir 1 Mayıs’ta kortejin ön pankartını tuttuğumuz sevgili Emin İgüs, “ya,” demişti, “şu sloganlar biraz farklı tempoyla daha etkili atılabilir”. Sonra hemen o an, “Boyun Eğme, Memlekete Sahip Çık”a müzikal bir örnek vermişti. Çok hoşuma gitmişti. Belki hatırlar, belki belleğinden silmiştir. Silmesi daha muhtemel, çünkü beni ne bilsin, beğenmeme ve kalıbıma bakıp, birlikte denemek istemişti. “Yorumum”la da, “boşver” demişti hemen… Kortej ya da sofra, ben… Neyse…

Geçenlerde, “sloganlarımızdaki müzik........

© soL