Silvan (Siloam/Şiloah) kitâbesi ve Netanyahu’nun Kudüs söyleminin düşündürdükleri
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Gazze’ye yönelik yoğun kara saldırılarının başladığı gün Kudüs’te ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ile katıldığı bir etkinlikte Kudüs’ün İsrail’in “ebedi ve bölünmez başkenti” olduğunu vurgulayarak, “Bu bizim şehrimiz, Sayın Erdoğan; bu sizin şehriniz değil, bizim şehrimiz ve bir daha bölünmeyecek” ifadelerini kullandı.
Konuşmasında geçmişe dönük bir anekdot da paylaşan Netanyahu, 1998’de dönemin Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz’la arasında geçen bir konuşmaya atıfta bulundu. O dönemde Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin oldukça güçlü olduğunu vurgulayan Netanyahu, görüşme sırasında 2700 yıllık Silvan (Siloam/Şiloah) Kitâbesi’nin iadesini gündeme getirdiğini söyledi. Kendi ifadesine göre, Yılmaz’a “Kitâbe karşılığında İsrail müzelerindeki Osmanlı eserlerinden dilediğinizi verelim, hatta gerekirse bedelini ödeyelim” teklifinde bulunduğunu; Yılmaz’ın ise bu teklifi kabul etmediğini belirtti. Gerekçe olarak da o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın halk üzerindeki yükselen etkisini ve Türkiye’deki İslami tabanın muhtemel tepkisini gösterdiğini söyledi.
Netanyahu’nun Kudüs’e dair sözleri, aslında sadece onun değil siyonist tarih okumalarının da sürekli tekrarladığı, Kudüs’ü İsrail’e hasrreden tekelci siyasi bir söylemdir.
Ne var ki, Kudüs’ün tarihine bakıldığında, şehrin üç bin yıl boyunca sürekli Yahudi hâkimiyetinde kaldığı iddiasının, tarihsel gerçeklerle bağdaşmadığı belirtilmelidir.
Yahudilik açısından Kudüs’ün kutsal bir şehir olarak kabul edilmesi, başlangıçtan itibaren mevcut bir durum değil, uzun ve sancılı bir tarihsel sürecin sonucudur. Tevrat’ta Kudüs adı doğrudan geçmez. Hz. İbrahim’in Malki-Tsedek adlı kralı ziyaret ettiği “Şalem”in Kudüs olduğuna dair yorumlar ise kutsal metin merkezli anlatılar olup tarihi ve arkeolojik kanıtlara dayanmamaktadır. Nitekim ne Hz. İbrahim’e vaat edilen topraklarda ne de Hz. Musa’nın ayrıntılı Arz-ı Mevud tariflerinde Kudüs’e özel bir vurgu yapılmamıştır. Bu durum, şehrin ilk dönemlerde kutsal addedilen bir merkez olmadığını göstermektedir.
Hz. Musa’nın halefi Yehoşuʿa (İslâm kaynaklarında Yûşâʿ) Kudüs’ü ele geçirmiş olsa da şehre kalıcı olarak yerleşmemiş, şehir ancak 300 yüz yıl kadar sonra Hz. Davud döneminde siyasî birlik amacıyla başkent ilan edilmiştir.
Hz. Süleyman’ın Mabed’i inşa etmesi Kudüs’e dinî bir merkez kimliği kazandırmayı hedeflemişse de bu dönemde dahi Yahudiler “bama” adı verilen bölgesel mâbetlerine bağlılıklarına devam etmişlerdir.
Kudüs’ün Yahudi geleneğinde gerçek anlamda kutsallaşmasının dönüm noktaları sürgünlerle başlamıştır. MÖ 586’daki Babil sürgünü, şehri kaybedilmiş vatanın sembolüne dönüştürmüştür. MS 70’te İkinci Mabed’in yıkılması ve 135’te İmparator Hadrian’ın (imparatorluğu: 117–138) Yahudilerin şehre girişini yasaklamasıyla Kudüs artık Yahudiler için sadece geçmişin değil, aynı zamanda gelecekte yeniden kavuşulması gereken bir idealin, bir ütopyanın simgesi haline gelmiştir. Bu süreçte Kudüs, Yahudi dünyasının tamamı için bir özlem ve dua odağına dönüşmüştür.
Kudüs’ün kutsallığına dair anlatılar, Yahudi Kutsal Kitabı’nın daha geç dönemlerde yazıya geçirilen Peygamberler (Neviim) ve Kitaplar (Ketuvim) bölümlerinde belirginleşmiş, asıl idealleştirme ise Rabenik literatürde gerçekleşmiştir. Böylece Kudüs, sürgünlerin acısı, mabedlerin yıkılışı ve rabenik yorumlarla yoğrularak yaklaşık 6 ila 7 yüzyıl içinde teo-politik anlamlarla kutsallaştırılmış bir şehre dönüştürülmüştür.
Tablodan da açıkça görüleceği üzere, Kudüs’te Yahudilerin siyasi hâkimiyeti MÖ 1000’lerde başlayıp MÖ 586’ya kadar 414 yıl sürmüştür. MÖ 167–63 yılları arasındaki Makkabi döneminde bu hâkimiyet 104 yıl, MS 132–135 yılları arasındaki Bar Kohba isyanı sırasında ise yaklaşık 3 yıl devam etmiştir. Özetle Yahudilerin Kudüs üzerindeki toplam fiilî hâkimiyet süresi 521 yıldır.
Ancak belirtilmelidir ki, bu sınırlı dönemlerin dışında da Yahudiler, tıpkı Araplar ve diğer yerel halklar gibi, farklı imparatorlukların tebaası olarak Kudüs ve Filistin’de yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Tarihsel gerçeklere dayalı bu ifadelerimden, Kudüs’ün Yahudiler açısından taşıdığı kutsiyeti önemsizleştirmek gibi bir niyetim olmadığını belirtmek isterim. Kudüs, elbette Yahudilerin de tarihî ve mukaddes kentidir. Üstelik sadece Yahudilerin değil, şehri Hz. İsa’nın hatıralarıyla özdeşleştiren Hıristiyanlar için de kutsal bir mekândır.
Ancak burada asıl itirazımız, Netanyahu gibi siyasetçilerin sürgünlerden sonra özlemle kutsallaştırılan Kudüs’ü, tarih boyunca sanki sürekli Yahudilerin hâkimiyetinde kalmış gibi sunmalarıdır. Oysa tabloda da açıkça görüldüğü üzere, Yahudilerin Kudüs üzerindeki fiilî ve siyasî hâkimiyetleri toplamda beş asır kadardır.
Bununla birlikte, bugün nasıl Araplar Kudüs’te daima var olmuşlarsa, Yahudiler de —iki istisna dönem dışında— Kudüs’te varlıklarını sürdürmüşlerdir. Şayet şehirde var olmak, hâkim olmak anlamına geliyorsa, Netanyahu’nun mantığıyla Kudüs pekala bir Arap şehri olarak da nitelendirilebilir.
Yahudilerin Kudüs’e giriş ve ikametlerinin yasak olduğu iki dönemden ilki, Bar Kohba isyanının ardından MS 135’ten, Kudüs’ün İslâm hâkimiyetine girdiği 638 yılına kadar süren yaklaşık 500 yıllık Roma–Bizans dönemidir. Hıristiyan Roma ve Bizans’ın koyduğu bu uzun oturum yasağı, Hz. Ömer tarafından kaldırılmıştır. İbranice kaynaklara göre Hz. Ömer, Kudüs Patriği Sophronios’un (560–638) itirazına rağmen bir rivayete göre 80, bir başka rivayete göre ise 100 Yahudi aileyi şehre yerleştirmiştir.
Yahudilerin Kudüs’e giriş ve ikametlerinin yasak olduğu ikinci dönem ise, Haçlıların Kudüs’ü işgal ettiği dönemdir (1099–1187). Yahudi seyyah Tudelalı Binyamin, bu dönemde Kudüs’te yalnızca bir Yahudi’nin yaşadığını, onun da şehre sadece Hıristiyanların izniyle, kumaş boyamak amacıyla girebildiğini kaydetmektedir. Yahudilere yönelik bu yasağı kaldıran ise Kudüs’ü Haçlı işgalinden kurtaran Selâhaddin Eyyûbî (hükümdarlığı: 1171-1193) olmuştur.
Dikkat edilirse, Netanyahu gibi düşünen ve Kudüs’ü yalnızca bir dine ya da millete hasretmeye kalkışan Haçlılar da bu şehre asla barış getirememiş; zulüm üzerine kurdukları düzen kısa sürede yıkılıp gitmiştir. Çünkü Kudüs’ün kendine has bir kaderi ve ilahî bir yaptırım gücü vardır. Kudüs ve Filistin, hem Kur’an’da (Enbiyâ 105) hem de Zebur’da (Mezmurlar 37:29) “sadıkların/tsadikim şehri” olarak tanımlanır. Bu sebeple, şehirde adalet ve merhametle hükmetmeyenler hiçbir zaman kalıcı olmamış, Tevrat’ın ifadesiyle Kudüs onları “kusmuştur.”
Bu nedenle Kudüs’ün kutsiyetini tek bir dine veya millete indirgemeye çalışan politikalar, dün olduğu gibi bugün de şehre huzur değil, kan ve gözyaşı getirmektedir. Oysa Kudüs’ün tarihsel ve teolojik anlamı, onun “bütün semavî dinlerin ortak kutsal merkezi olduğu”dur. Bu gerçeği yok saymak, Kudüs’ün kimliğini zayıflatmakla kalmaz; bugün olduğu gibi, tarih boyunca defalarca yaşanan trajedilerin yeniden tekerrür etmesine de sebep olur.
Semavî dinlerin ilk ve tek müşterek şehri olan Kudüs, dünya nüfusunun büyük bir kısmı, (her beş kişiden üçü) için kutsiyet taşımaktadır. Tarih boyunca farklı milletlerin literatüründe ilahî huzura yükselişin basamağı olarak görülen şehir, insanlığı buluşturan kadim bir mekân olmuştur. Kudüs, barış, çoğulculuk ve birlikte yaşamanın mümkün olduğu dönemlerde gerçek bir sulh ve barış sembolüne........
© Serbestiyet
