12 Eylül 1980 askeri darbesi ve Türkiye’de karşı-devrimin inşası
13 yaşındaydım, İzmir Hasan Tahsin Ortaokulu’na gidiyordum. Bahçesinde top oynadığımız Ahmet Ragıp Üzümcü İlkokulu’nda askeri araçlara, askerlerin doluştuğunu görmek şaşırtıcıydı. Ne tesadüf ki (!) okulun duvarları da askeri renkteydi (gri). Oyun oynadığımız, eğitim aldığımız, gülüp eğlendiğimiz okullar sanki kışlaya dönmüştü ve bu durum uzun sürede devam etti.
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
Nevzat Çelik
Henüz şiirler yazılmamış ve ben de okumamıştım o şiirleri…
Meğer, kod adı “Bayrak Harekatı” olan darbe ile 12 Eylül 1980 sabahı 04.30’da Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koyduğunu bir bildiriyle tüm Türkiye’ye ilan etmiş. Bildiriyle birlikte Türkiye Millet Meclisi feshedilip, milletvekillerinin dokunulmazlıklar kaldırılmış, tüm siyasi partiler kapatılmış, birçok siyasetçi Çanakkale Zincirbozan askeri tesislerinde zorunlu ikamete tabi tutulmuşlardı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal tarihine damgasını vuran 12 Eylül 1980 askeri darbesi, egemen siyasal söylemde genellikle “ülkeyi anarşi ve kaostan kurtarma” operasyonu olarak sunulmuştur. Bu anlatıya göre, darbe öncesi dönemde artan siyasi cinayetler, ekonomik istikrarsızlık ve parlamento içindeki çıkmazlar, askerî müdahaleyi toplumsal düzenin yeniden tesisi için neredeyse “kaçınılmaz” kılmıştır. Ancak bizim yazımız, 12 Eylül askeri darbesini, söz konusu yüzeydeki gerekçelerin ötesine geçerek, tarihi gerçeklerin merceğinden derinlemesine bir analize tabi tutmaktadır.
12 Eylül darbesi, kapitalist sistemin derinleşen birikim krizine karşı burjuvazinin ve emperyalizmin ortaklaşa hayata geçirdiği bir karşı-devrim sürecidir. Dönemin Türkiye İşverenler Konfederasyonu Başkanı Halit Narin, darbenin hemen ertesinde 12 Eylül’ün ruhunu açıkça beyan etmişti: “Bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde.” Darbe, yükselen işçi sınıfı hareketini ve sol muhalefeti ezerek, Türkiye ekonomisini küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda neoliberal bir yörüngeye oturtmak, işçi haklarını sistematik olarak kısıtlamak ve toplumsal muhalefeti bastırmak için yeni bir ideolojik ve hukuki çerçeve inşa etmek amacıyla kullanılmıştır.
Darbeyi salt bir siyasi olgu olmaktan çıkarıp, onu Türkiye’nin dünya ekonomik sistemine entegrasyonu, işçi sınıfının örgütlülüğünün yok edilmesi, siyasal İslam’ın devlet eliyle yükselişi ve soğuk savaş bağlamındaki “Yeşil Kuşak Projesi” gibi yapısal unsurlarla arasındaki nedensel ilişkileri ortaya koyan çok boyutlu bir süreç olarak ele almak gerekir.
12 Eylül darbesine giden süreç, Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal yapısındaki derinleşen krizin bir sonucudur. Bu kriz, dönemin ithal ikameci sanayileşme modelinin içsel çelişkileri ve küresel ekonomik konjonktürün etkisiyle ortaya çıkmıştır.
1960’lı ve 1970’li yıllarda Türkiye, yüksek bir iktisadi büyüme oranına ulaşmak ve kendi kendisine yetebilen bir kalkınma modelini hayata geçirmek amacıyla ithal ikameci sanayileşme stratejisini benimsemiştir. Bu model, iç piyasayı koruyucu gümrük duvarları ve ithalat kısıtlamalarıyla desteklemekte, yatırımları dış pazardan çok iç pazara yönlendirmekteydi. Ancak, 1970’lerin sonlarına gelindiğinde bu model, küresel petrol krizleri ve finansman sıkıntılarıyla birlikte tıkanmış, ekonomik bir çöküşün eşiğine gelinmiştir.
Darbe öncesi dönemin en belirgin özellikleri yüksek enflasyon ve dış ticaret açığıydı. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel hükümetleri dönemlerinde artan ekonomik bunalım, 1979’da yüzde 80 olan enflasyonun 1980’de yüzde 100’ün üzerine çıkmasına yol açmıştır. Demirel’in “70 sente muhtacız” sözü, ülkenin içinde bulunduğu döviz darboğazını ve dışa bağımlılığın boyutunu gözler önüne sermekteydi. Bu ekonomik tablo, “yönetim beceriksizliği” meselesi değil, ithal ikameci modelin sürdürülemezliğinin ve küresel kapitalizmin yeni bir birikim modeline (neoliberalizm) geçiş zorunluluğunun bir yansıması olarak görülmelidir (Aslında aşağıdaki tablo iyi incelenmeli, bize geleceğe ilişkin öngörüde bulunma olanağı sunuyor).
Ekonomik krizin derinleştiği 1970’li yıllar, aynı zamanda Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin “eşi görülmedik bir yükseliş ve canlanma” yaşadığı bir dönemdi. İşçi-memur ücretleri sürekli düşer ve işsizlik artarken, işçi hareketi, barikat çatışmaları ve yerel örgütlenmeler gibi kitlesel direniş biçimleriyle yükselişe geçmiştir. Bu durum, sermaye sınıfının krizi işçi sınıfına yıkarak çözme girişiminin önünde ciddi bir engel teşkil etmekteydi. Siyasal cinayetler ve sağ-sol çatışmaları gibi olaylar, resmi gerekçe olarak öne sürülse de, bu durum kapitalist krizin yarattığı toplumsal gerilimin bir dışavurumu ve sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir ortamın doğal sonucudur. Egemen sınıf, “olağan mekanizmalarla” bu mücadeleyi alt edemeyeceğini anlamış ve krizi kendi lehine çözmek için bir faşist pasifikasyon süreci başlatmıştır. Bu süreç, daha sonra bir askeri darbeyle tamamlanmıştır.
12 Eylül 1980 darbesi, sadece siyasi bir olgu değil, aynı zamanda ulusal ve uluslararası sermayenin ekonomik bir programını siyasi ve askerî şiddet aracılığıyla dayatmasıdır. Bu bağlamda, darbenin temel işlevi, 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi için gerekli olan siyasal ve toplumsal zemini hazırlamaktır.
Askeri darbe dönemini doğru değerlendirmek için 24 Ocak kararlarını bilmek ve ekonominin toplumsal dönüşümü üzerindeki etkisini izlemek için önemlidir. 12 Eylül’den sadece 8 ay önce, 24 Ocak 1980’de, Başbakan Süleyman Demirel hükümeti tarafından, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Turgut Özal’ın öncülüğünde kapsamlı bir ekonomik istikrar programı ilan edilmiştir. Bu kararlar, Türkiye ekonomisini........
© sendika.org
