menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hukukta Marksizm ve sosyalist yasallık

6 9
sunday

I. Kant “hukuk devletini” uçan kuş metaforu ile anlatırken “Uçarken havanın direnciyle karşılaşan kuş, havasız bir ortamda daha iyi uçabileceği sanrısına kapılır” der. Bu metaforda Kant hukuku varlığı halinde değil, yokluğu halinde hissedilecek bir şey olarak tarif eder.

Buradan devamla hukuku toplumsal sistemin bir bütün olarak kendi kendini düzenlemesinin bir ölçüsü diyebiliriz.

Komünist Manifesto’da Marx hukuku egemen sınıfın onun yaşam koşullarından çıkıp yasa mertebesine çıkartılmış iradesi olarak tanımlarken, içeriğinin de burjuva mülkiyet ilişkilerinin yansıması olarak bizzat onun düşüncesini ve ruhunu yansıtacağını söyler. Yine Marx toplumun hukuk üzerine inşa edildiği tezinin hukuki bir kurgu olduğunu, aksine hukukun verili bir zamanda ortaya çıkmış maddi üretim ilişkilerinde doğan toplumsal ilişkiler üzerine inşa edildiğini söyler.

Toplumsal ve siyasal alanda hukuk ve hukuk düzenine ilişkin çeşitli yazıları olmasına rağmen, Marx ve Engels tarafından, sonraki süreçte genel bir hukuk teorisinin geliştirilmemesi (bu bilinçli bir tercihtir) spekülatif bir zemin yaratır.

El yazmaları

Marx’ın erken dönem hukuk üzerine ürettiği ilk yazı 1844 “El yazmaları” Hegel’in Hukuk Felsefesinin İlkeleri bölümüdür. Burada genel bir hukuk öğretisinden ziyade, Hegel’in tin ,töz, devlet, devlet idealizmi, hükümranlık, despotizm, aile ve sivil toplumla ilgili kavramlaştırdığı konular üzerine Marx’ın aldığı notlar ağırlık oluşturur.

Genç Marx’ın Marksist dünya görüşünü formüle etmeden önceki döneminde demokrasi çözümlemesi de ilginçtir.

Demokrasi bütün siyasal ana yapıların çözülmüş bilmecesidir.[1] … Siyasal ana yapı gerçekten neyse o olarak, yani insanın özgür ürünü olarak ortaya çıkar. Bazı bakımlardan bunun anayasal krallığa da uyduğu söylenebilir, ama demokrasinin özgül farkı şudur ki, genel olarak siyasal ana yapı halkın varoluşunun bir uğrağından başka bir şey değildir, devleti oluşturan şey kendi-için siyasal ana yapı değildir. Hegel devletten hareket ediyor ve insanı devletin bir öznelleşmesi olarak düşünüyor. Demokrasi insandan hareket ediyor ve devleti insanın bir nesnelleşmesi olarak düşünüyor.

Tıpkı dinin insanı değil ama insanın dini yaratması gibi, siyasal ana yapı da halkı yaratmaz ama tersine halk siyasal ana yapıyı yaratır. Belli bir bakış açısından, Hıristiyanlığın bütün öteki dinlerle ilişkisi neyse, demokrasinin de bütün öteki siyasal biçimlerle ilişkisi odur. Hıristiyanlık en üstün dindir, dinin özünü, yani özel bir din olarak tanrılaştırılmış insanı dile getirir. Aynı biçimde demokrasi de bütün siyasal ana yapıların özünü, yani özel bir siyasal ana yapı olarak toplumsallaştırılmış insanı dile getiriyor.

Cins kendi türlerine göre neyse, demokrasi de öteki siyasal ana yapılara göre odur, ama şu farkla ki cinsin kendisi burada, gerçeklikleri özlerine uygun düşmeyen öteki türler karşısında özel bir tür olarak görünüyor.

Eski Ahit’e göre Yeni Ahit neyse, bütün öteki devlet biçimlerine göre demokrasi odur. İnsanın varoluş nedeni yasa değil, ama yasanın varoluş nedeni insandır; yasa demokraside insanın varoluşudur, oysa bütün öteki rejimlerde insan yasanın varoluşudur. Demokrasinin temel farkı işte budur.

Yine Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde Marx, anayasayı, bir uzlaşmanın somutlaşması olarak görür. “Bu sadece çeşitli farklı grupların anayasa yapmak için bir araya getirme anlamında bir siyasi uzlaşma meselesi değil, her şeyden önce bir sınıf uzlaşmasıdır” der. Ve ardından 1688 İngiltere ve Fransa örneklerini verir.

Aynı dönemde genç Marx’ın hukuka bakış açısını ortaya koyan diğer bir belge ise Köln Mahkemesi’nde yaptığı savunmadır.

Vergi reddi davası olarak bilinen 8 Şubat 1849’da duruşması yapılan Ren Bölgesi Demokratlar Komitesi davasında, savcılık Marx, Karl Schapper ve Avukat Schneider’i 1848 yılında Ren eyaletindeki tüm demokratik kuruluşların vergi ödemeyi reddetmeye davet etmesi ve “herhangi bir yerde ve herhangi bir biçimde verginin zorla toplanmasına karşı” direnme çağrısı yapmaları[2] nedeniyle, Marx ve arkadaşlarını isyana kışkırtmakla suçluyordu.

Dava Köln’de açıldı. Marx bu davada yaptığı savunmada “Toplum yasa üzerine kurulmaz; bu bir hukuk kurgusudur. Aksine, yasa toplum üzerine kurulmalı, bireylerin heveslerinden farklı olarak, belirli bir zamanda hüküm süren maddi üretim tarzından kaynaklanan toplumun ortak çıkarlarını ve ihtiyaçlarını ifade etmelidir” derken, burada feodal düzen kalıntısı olan büyük toprak sahipleri ile yeni gelişen sanayi burjuvazisi arasındaki çatışmaya dikkat çekmiştir. Yine bu savunmasında , Napolyon tarafından hazırlanan Fransız Medeni Kanunu’nu (Kod Napolyon ) örnek verir. “Elimde tutmakta olduğum bu Kod Napolyon’u modern burjuva toplumu yaratmamıştır. Tersine 18. yüzyılda doğan ve 19. yüzyılda gelişen burjuva toplumu, hukuksal ifadesini bu kanunda bulmaktadır. Toplumsal koşullara uygunluğu ortadan kalktığı anda, bu kanun bir kağıt parçasına dönüşecektir” der.

1859’da yazdığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’de ise “Kafamda biriken kuşkuları gidermek için ilk giriştiğim çalışma, Hegelci Hukuk Felsefesini eleştirici bir gözle yeniden gözden geçirmek oldu… Araştırmalarım, beni, —devlet biçimlerinde olduğu gibi— hukuki ilişkilerin de, ne kendilerinden ne de ileri sürüldüğü gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürleri gibi, ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna götürdü” dedikten sonra, ünlü diyalektik bakış açısını kısaca formüle eder:

Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesiyle örtüşür. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimleriyle örtüşen bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.

Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler.

Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler.

O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, çok ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile hukuksal, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre........

© sendika.org