Hüzün Senfonisi
20 Ocak 1989 Cuma 07.30
Hohlaya hohlaya, soğuktan kan kırmızıya dönmüş ellerini ısıtmaya çalışıyordu Asım Kaptan. Otobüsün lastiklerine zincir takmayalı uzun zaman olmuştu. Bugün Samsun çok soğuk, karanlık ve pusluydu. Malatya yolculuğu uzundu. Vidaları gevşediği için yerinden oynayan koltuklar sorun olmazdı belki ama bu karlı havada zincirsiz lastikler için aynı şey söylenemezdi. Takım kahvaltı yaparken yalnız başına taktığı zincirler ellerini dondurmuştu. Otobüsü ve kendini ısıtmak için arabaya binerken "Bu hurdayla daha ne kadar yol yapacağız?" diye düşünürken buldu kendini. En kısa zamanda Hasbi Ağa'yla bunu konuşmalıydı. Öyle ya koskoca Kırkpınar Ağası istese en kral otobüsü alabilirdi kulübe. Buz kesmiş direksiyonu tutmak istemeyen elleri istemsizce radyoya gitti. İki saatte bir başa saran parçaların ilki ve en sevdiği 45'liğin melodisi içini ısıtmıştı. Bu ilk parçayı çok seviyordu, çünkü ona her deplasman seferinde ailesini, çocuklarını hatırlatıyordu.
Mutat olduğu üzere Asım Kaptan'dan sonra ilk Nuri Hoca bindi otobüse. Her zaman önce kendi biner, hep en önde otururdu. Her haliyle takımın lideri olduğunun göstergesiydi bu. Nuri Hoca, sadece iyi bir lider değil aynı zamanda merhametli, vefalı, iyi yürekli bir insandı. Samsunspor maçları iç sahadaysa anne ve babasının kabrini, deplasmandaysa şehir mezarlığını mutlaka ziyaret eder, dua etmeden maça çıkmazdı. Her hafta başında hiç aksatmadan Büyük Cami'ye gider, küçük çocukların Kur'an okuyuşunu saatlerce dinler, onlara harçlık vererek gönüllerini alırdı. Bir teknik direktör takımda disiplini sağlamak için zaman zaman sert olmalıydı fakat Nuri Hoca bu disiplini güven duygusuyla sağlamıştı. Kendisini iyi hissetmeyen, "Hocam takımı yakarım." diyen bir oyuncuya "Yakacaksan sen yak." diye karşılık veren bir hoca için her şey feda edilmez miydi?
Milli takımın başarılı file bekçisi Fatih, tesislerden dışarı ilk adımını attığında kolundaki saati tekrar kontrol etmek zorunda kaldı. Hareket saati 7.30'du ama hava neden böyleydi? Sanki gece yarısının zifiri karanlığı vardı. Otobüse bindi, çantasını yerleştirdi. Her deplasman yolunda olduğu gibi Nuri Hoca'yla birkaç saat sohbet etmeyi düşündü. Hem, bu uzun yolculukta çok sevdiği Nuri Hoca'sına onu ne kadar çok sevdiğini de söyleyecekti. İçinde ukdeydi ne zamandır.
Onu çok seviyordu ama sevdiğini bir türlü söyleyemiyordu. "Seven sevdiğine sevdiğini söylemeliydi." Heyecanla Hoca'ya doğru birkaç adım attı. Havanın pusu tekrar gözüne ilişti. Konuşmak için uygun bir zaman değildi. "Yolumuz uzun, biraz uyuduktan sonra gider konuşurum." diye geçirdi içinden ve karşısında dalgın dalgın dışarıyı seyreden Mete'nin yanına ilişiverdi.
Mete gece gördüğü rüyanın etkisinden çıkamamıştı henüz. Bu rüyayı Fatih'e anlatmalı mıydı karar veremiyordu. Puslu havada boşluğa bakıyor, rüyayı tekrar yaşıyordu. O sırada Fatih'i fark etti. Tebessümle selam veren arkadaşına baktı. Selamı duymamıştı bile. "Sana bir şey anlatmam lazım." dedi ve yarı dönük vücudunu ani bir hızla milli kaleciye doğru tamamen çevirerek başladı konuşmaya:
"Rüyamda seninle ölümü bekliyoruz Fatih. Sen 'La havle vela kuvvete' diye başlayan bir dua okuyor, kurtuluyorsun, ben ölüyorum." dedi, giderek kısılan ses tonuyla. Soğuk havaya rağmen terleyen vücudu, rüyanın Mete'de bıraktığı etkiyi kelimelere ihtiyaç duyulmayacak şekilde anlatıyordu aslında. Mete'nin dalgınlığının nedeni anlaşılıyordu şimdi. Kafiledeki en eğitimli kişi Fatih'ti. Dönemin şartlarında pek rastlanmayacak şekilde iki üniversite bitirmişti. Mete'yi teskin etmeli, sakinleştirmeliydi önce. Duanın "Güç ve kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah'a aittir" anlamına geldiğini söyledi ve rüyanın tabirini ehlinden öğrenmeden etkisine girmemek gerekir diye yatıştırmaya çalıştı Mete'yi. Bu bir "ölüm çağrısı"ydı. Sonradan sorduğu rüya tabircisi öyle diyecekti.
20 Ocak 1989 Cuma 08.30
Zincirlerin buzları kırarken çıkardığı ses de otobüsün hızı da kafileyi bir hayli yormuştu. Yola çıkalı neredeyse bir saat olacaktı ama hala Samsun'u........
© Samsun Son Haber
visit website