Meyus bir dönemin hayalet kefeni
Bir zamanlar oldu, evet, öyle zamanlar ki coğrafyamızın üzerine çöken sisler, adeta bir hayalet kefeni misali her yanı sarıp sarmalamış, uzayan gölgeler ruhlarımızın en ücra köşelerine dek sızarak iliklerimize işleyen bir ayazı beraberinde getirmişti. Her köşe başında bir vaveyla yankılanır, her yürekte dilhun bir bekleyişin o kahredici ağırlığı çökerdi. Milletimizin o heybetli gemisi, azgın fırtınaların tam ortasında, pusulası kırık, rotası kayıp, bir o yana bir bu yana savrulan çaresiz bir sal gibiydi. Bu, yalnızca bedenlerin değil, ruhların da fırtınasıydı; umut filizlerini acımasızca koparan, gönülleri meyus bir bekleyişin karanlığına hapseden, kasvetin mürekkebiyle çizilmiş bir tabloydu bu. O günlerde, en basit hakikatler dahi sisler ardında yitip gitmiş, bir selamın içten sıcaklığından, komşuluk hakkının o kadim kutsallığına, verilen sözün bir namus borcu sayıldığı o toplumsal çimentomuz olan erdemler dahi, sanki birer birer eriyip gitmişti. Vicdanın o incecik, o hassas ibresi, bir fırtına yaprağı misali pervasızca salınıyor, ahlaki kutup yıldızımız, sanki ebediyen sönmüşçesine yoğun bulutların ardında yitip gitmişti. Bu, bir milletin topyekûn imtihanıydı; yolunu şaşırmışlığın, istikametini yitirmişliğin o derin, o sancılı girdabında çırpınışıydı. Ve bu buhran, yalnızca siyaset meydanlarındaki bir kargaşa olmanın çok ötesinde, gündelik hayatın en mahrem köşelerinde adaletin ve hakkaniyetin lime lime edildiği, güven duygusunun kökünden sarsıldığı bir toplumsal çözülmenin acı çığlığıydı. Bu ahlaki çöküşün ve zihinlerdeki o korkunç karmaşanın ördüğü ağ, toplumun can damarlarını tıkıyor, her bir ferdi dipsiz bir belirsizlik kuyusuna itiyordu. “Kırık pusula” metaforuyla anılmaya mahkûm bu karanlık dönem, sadece bir yön kaybının değil, aynı zamanda vicdanların nasırlaştığı, ahlakın can çekiştiği derin bir erozyonun da habercisiydi. Milletin yalnızca bedenen değil, ruhen de sınandığı bu çetin süreçte, meselenin kuru bir yön bulma çabasından ibaret olmadığı, aksine, en temel ahlaki direklerin temellerinden sarsıldığı bir varoluşsal krize işaret ettiği, vicdanı olan herkes için gün gibi aşikârdı. O “kırık pusula”, hem bir seyrüsefer aletinin iflasını, hem de insanın içindeki o ilahi rehberin o sessiz, o mahrem fısıltıyla neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildiren o iç sesin suskunluğunu, hatta ölümünü simgeliyordu. İşte bu acı tablo, ilerleyen satırlarda ruh üfleyeceğimiz “Hakikat” ve “Adalet” mefhumlarının neden bir hayat memat meselesi olduğunun da sarsıcı bir girizgâhıydı; zira yitirilen sadece bir istikamet değil, üzerine basıp yükseleceğimiz ahlaki zeminin ta kendisiydi. Bu kasvetli manzarayı tüm çıplaklığıyla ruhumuzda hissetmek, ardından gelecek o muhteşem aydınlığın, o görkemli yeniden doğuşun ne denli büyük, ne denli mucizevi bir dönüşüm olduğunu daha bir derinden, daha bir hayranlıkla idrak etmemizi sağlayacaktır; unutulmamalıdır ki, en zifiri karanlıklar, en parlak şafağın müjdecisidir. En temel insani hasletlerin dahi birer birer sorgulandığı o boğucu atmosfer, ahlaki çürümüşlüğün ulaştığı o korkunç uçurumu gözler önüne sererek, ihtiyaç duyulan çözümün ne denli köklü, ne denli sarsıcı olması gerektiğini adeta haykırıyordu.
Lakin, her gecenin koynunda bir sabah saklı olduğu gibi, bu zifiri karanlık, bu dipsiz ümitsizlik de ebediyete kadar sürmeyecekti. Fırtınalı denizlerdeki o görünüşte sonu gelmez, o kahredici seyir, milletimizin çelikten iradesini ve o çağlar ötesinden süzülüp gelen köklü ferasetini köreltmek şöyle dursun, tam aksine, bir elmas ustasının elinde parlayan bir cevher misali daha da bilemişti. O zorlu, o meşakkatli günler, belki de bazı hodbin ruhların, nefsani çıkarların gölgesinin daha bir uzadığı anlara da tanıklık etmiş olabilirdi; lakin milletin sinesindeki o kolektif irade ateşi, bu türden ayrık otlarını, bu zehirli sarmaşıkları bir bir yakıp kül ederek daha da gürleşmiş, daha da heybetlenmişti. Bu, edilgen bir sineye çekiş, çaresiz bir boyun eğiş değil, tam manasıyla aktif bir idrak ediş, bir ders çıkarış ve yeniden ayağa kalkış süreciydi. O “kırık pusula” benzetmesiyle yüreklerimize kazınan o meşum dönem, aslında, hakiki kuzeyin o şaşmaz parıltısını bulma arzusunu daha da kamçılayan, daha sağlam, daha sarsılmaz bir istikamet tayinine zemin hazırlayan bir “tecrübe mektebi” olmuştu; hem de ne mektep! Bu çetin mektepte, ruhlara kazınan en büyük derslerden biri, belki de, birliğin ve beraberliğin o sarsılmaz kalesinin, en azgın fırtınalara, en kahredici kasırgalara bile direnebilecek yegâne sığınak, yegâne liman olduğuydu. Bu ateşten imtihandan geçiş, milletimizin o asil ruhunda, o cevherinde saklı olan direncin, her türlü badireyi, her türlü musibeti aşma kabiliyetinin de altın harflerle yazılmış bir nişanesiydi. Kriz, yalnızca bir sorunlar yumağı, bir kördüğüm olarak kalmamış, aynı zamanda umut dolu bir fırsatlar penceresini de aralamıştı. “Alevlendiren” kelimesi, burada, pasif bir bekleyişin o miskin rehaveti yerine, aktif bir arayışın, bir silkinişin, bir diriliş meşalesinin tutuşturulduğunu müjdeler. Bu “mektep”ten, bu irfan ocağından çıkarılan o kıymetli dersler, sonraki “aydınlanma”nın, o “yeniden ayarlanan pusula”nın o kutlu yolculuğunun olmazsa olmaz azığını, o sarsılmaz temelini oluşturmuştur. Böylelikle, krizin o ürkütücü sureti, bizatihi kendisi, çözümün o hayat bahşeden nefesini, yeniden doğuşun o muhteşem müjdesini içinde barındıran bir rahme, bir hayat pınarına dönüşmüştür. Bu, kaderciliğin o karanlık dehlizlerinde kaybolan, deterministik bir çöküş senaryosuna boyun eğen bir teslimiyet değil, tam aksine, iradi bir şahlanışın, sarsılmaz bir azmin ve tükenmez bir potansiyelin billurlaştığı bir sürecin ta kendisiydi. Krizin bir "irfan mektebi" olarak yeniden hayat bulması, menfi bir tecrübenin nasıl yapıcı bir kudrete, nasıl bir diriliş ruhuna dönüştürülebileceğinin en parlak timsalidir; bu, milletin edilgen bir kurban olmayı reddedip, kendi kaderinin dizginlerini eline alan aktif bir özne, şanlı bir fail olduğunu cümle aleme ilan etmesidir. Kolektif iradenin, okyanusları aşan bir güçle bireysel zaafların sığ sularını geride bırakarak daha da kuvvetlenmesi ise, toplumsal dayanışmanın o kutsal harcının, o ortak ülkünün, en çetin imtihanlardan dahi alnının akıyla çıkmanın, zafer taçları giymenin yegâne anahtarı olduğunu ispatlar.
Ve sonra, o irfan mektebinin koridorlarında yankılanan derslerin ışığıyla, usul usul, sanki bir fecir vaktinin o mahmur sessizliğinde, ümit filizleri çatlamaya başladı o zifiri karanlığın tam kalbinde. Fırtına, o azgın dev, yorgun düşüp sakinleşti; dalgalar, o hırçın atlar, uysallaşıp duruldu ve gökyüzünün o sonsuz atlasında, ezelden beri yolculara yoldaşlık eden kutup yıldızının o ilk titrek, lakin bir o kadar da kararlı, o cılız ama umut dolu parıltısı belirdi. Bastırılmış, sinelere gömülmüş umutların ve küllerinden yeniden doğan milli iradenin, adeta bir feveran ile, bendini yıkmış coşkun bir nehir misali çağlayarak ortaya çıkışına şahitlik edildi. Bu dönüşüm, tabiatın o basit, o mekanik bir döngüsünden ibaret değildi; bu, aynı zamanda bir iradenin, bir şuurun ve kutlu bir gayretin eşsiz bir eseriydi; pasif bir bekleyişin o uyuşturucu rehavetinin değil, bilinçli bir yönelişin, atılan kararlı adımların ve milletin kaderine sahip çıkan o asil dirayetin muhteşem bir sonucuydu. “Sanki görünmez bir el, o çalkantılı denizde yolunu şaşırmış gemiyi maharetle, şefkatle selamet limanına doğru yönlendiriyor, milletin o yorgun düşmüş kolektif ruhuna taptaze bir soluk, yeni bir hayat üflüyordu” ifadesi, belki ilk bakışta bir Hüsn-i Talil –yani, bir hadiseyi asıl sebebinden daha latif, daha estetik, daha ulvi bir sebebe bağlama sanatı– örneği gibi ruhumuzu okşasa da, hemen ardından gelen “Bu yeni günün doğuşu, kör tesadüflerin bir lütfu değil, sarsılmaz bir vizyonun ve bu vizyonu hayata geçirme yolundaki o bükülmez azmin billurlaşmış bir tezahürüydü” cümlesiyle bu muazzam dönüşüm, rasyonel ve iradi bir zemine, sarsılmaz bir temele oturtulmaktadır. Bu “görünmez el” metaforu, ilerleyen satırlarda “sarsılmaz bir vizyonun” o aydınlık ışığına ve “bilge bir rehberliğin” o şefkatli eline dönüşerek somutlaşır; bu da sürecin kendiliğinden, tesadüfi bir akış olmadığını, tam aksine, aktif bir yönlendirme, basiretli bir sevk ve idare ve vizyoner bir liderliğin o eşsiz damgasını taşıdığını gözler önüne serer. Bu aydınlanma, geçmişin o acı hatalarından, o karanlık dehlizlerinden dersler çıkararak, daha yüksek, daha rafine bir ahlaki idrake doğru görkemli bir yükselişi, bilge bir rehberliğin o şefkatli kanatları altında pusulanın yeniden, bu kez şaşmaz bir şekilde ayarlanmasını simgeliyordu. Milletin sinesinden, o yorgun göğüsten derin, ferahlatıcı bir “oh” sesi yükseldi; bu, bir prangadan kurtuluşun, bir uyanışın ve görkemli bir yeniden dirilişin kutlu nidasıydı. Omuzlardaki o kurşuni yük kalkmış, zihinlerdeki o boğucu bulanıklık bir güneş ışığıyla dağılıp gitmişti. Yönünü kaybetmişliğin o kahreden iç sıkıntısı, yerini, istikrarın o huzurlu limanına ve ahlaki berraklığın o saf pınarına duyulan ortak bir hasrete, yakıcı bir özleme bırakmıştı ve bu özlem, şimdi, en muhteşem şekliyle karşılığını buluyordu. “Bilge rehberlik” ve “sarsılmaz vizyon” ifadeleri, bu yeniden doğuş destanında liderliğin o hayatî, o tayin edici rolüne altın harflerle işaret eder. Bu, sadece kendiliğinden yeşeren bir şifa değil, aynı zamanda bilinçli bir iradeyle, ilmek ilmek dokunan bir transformasyondu; kolektif iradenin bir odak noktasına, bir kutup yıldızına ve şaşmaz bir yol haritasına duyduğu o derin, o hayati ihtiyacın en parlak tezahürüdür. Pusulanın yeniden, bu kez hakikate ayarlanması, bu bilge rehberliğin, bu sarsılmaz vizyonun en somut, en göz kamaştırıcı neticesidir. Hüsn-i Talil gibi nadide bir edebi sanatın zikredilmesi ve hemen akabinde bu durumun rasyonel bir temele, sarsılmaz bir iradeye bağlanması, anlatıya hem estetik bir zarafet, bir ruh inceliği katmakta hem de bu kutlu sürecin asla tesadüfi olmadığını, tam aksine, bilinçli bir gayretin, sarsılmaz bir imanın ve adanmış bir ruhun eseri olduğunu perçinlemektedir. Bu ustaca dokunuş, okuyucunun zihninde hem derin bir duygusal bağın kurulmasına hem de sunulan o ulvi vizyonun ciddiyetinin ve kutsiyetinin daha bir idrak edilmesine vesile olur.
Ve işte, o yeniden can bulan, o yeniden ayarlanan pusulanın bir an bile tereddüt etmeden, şaşmaz bir kararlılıkla işaret ettiği o kutlu, o mübarek istikamet: Hakikat! Lakin bu hakikat, felsefe kitaplarının o soğuk, o ruhsuz ve soyut satırları arasına hapsolmuş, cansız bir kavramdan ibaret değildir; bilakis, milletimizin ruhunun derinliklerine, tarihinin her bir zerresine, ebedi ve ezeli değerlerinin her bir damlasına nüfuz etmiş, içimizi ısıtan, yolumuzu aydınlatan ve damarlarımıza taptaze bir hayat bahşeden bir kuvvettir. O, Anadolu toprağının o cömert bereketi gibi, ecdadımızın o samimi, o içten duaları gibi, analarımızın o helal, o ak sütü gibi saf ve berraktır. Bu hakikat, misal, bir yetimin başını okşamakta, bir mazlumun titreyen elinden tutmakta, vatan toprağının her bir karışını candan, canandan aziz bilmekte, o uğurda gözünü kırpmadan serden geçmekte somutlaşır, ete kemiğe bürünür. Bu hakikatin o eşsiz nefaseti, onun paha biçilemez kıymetini, o benzersizliğini gözler önüne sererken, payidar oluşu........
© Milat
