Kültür Hermeneutiği
Hayat dediğimiz o engin deryada yol alırken, kaçımız durup da şöyle bir gönül pusulamıza bakıyor, bizi biz yapan o görünmez akıntılara, ruhumuzu besleyen o gizemli rüzgârlara yeterince kulak veriyoruz? Günümüz dünyasının o baş döndürücü, kimi zaman da yorucu temposu, bizleri bazen en kıymetli hakikatlerden, en samimi hissiyatlardan koparıp uzaklara savurabiliyor. İşte tam da bu sebeple, bugün sizlere ruh dünyamızda yepyeni pencereler aralayacak, kültürlerin derinlikli yorumlanışına dair bambaşka kapılar açacak bir düşünce insanından, Japonya’nın bilge sesi Tetsuro Watsuji’den (1889–1960) bahsetmek, onun o eşsiz fikir denizinden birkaç damlayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki bu isim çoğunuz için bir ilk tanışıklık olacak, belki de bir yerlerden adını duymuş, bir esintisini hissetmişsinizdir. Ama şundan emin olabilirsiniz ki, Tetsuro Watsuji’nin yaklaşık bir asır önce toprağa ektiği o değerli düşünce tohumları, bugünün insanının en temel varoluşsal meselelerine, farklı kültürleri anlama ve yorumlama çabamıza, en derin gönül arayışlarına dokunacak kadar taze, bir o kadar da hayatımızın tam kalbinde, capcanlı bir şekilde yeşermeye devam ediyor.
Peki, kimdir bu Tetsuro Watsuji? Onu, sadece kendi medeniyet coğrafyasının değil, bütün bir dünya düşünce mirasının da önemli bir kavşağına yerleştiren o özgün bakış açısı, o derin ve incelikli kavrayış nedir? Hayal edin ki, 1960’lı yıllardan itibaren eserleri Batı dillerine bir bir tercüme edilmiş, üzerine nice akademik çalışmalar yapılmış, hatta Fransız düşünür Augustin Berque gibi çağımızın önemli entelektüellerine ilham pınarı olmuş bir zihin. Tetsuro Watsuji’nin asıl o büyüleyici sihri, belki de Doğu’nun o binlerce yıllık kadim irfanıyla Batı’nın analitik ve sorgulayıcı zekâsını kendi gönül imbiğinden, kendi eşsiz ruh potasından geçirip, ortaya yepyeni, hayat dolu kavramlar, taptaze ve ufuk açıcı bakış açıları çıkarabilmesinde gizli. Tıpkı usta bir sanatkârın ham bir mermer kütlesine ruhunu üfleyerek ona can vermesi gibi, o da kelimelere, kavramlara yeni bir soluk, yeni bir mana üfleyerek, bu karmaşık dünyayı ve kendi içsel yolculuğumuzu, özellikle de farklı kültürel yapıları anlama serüvenimizde önümüzü aydınlatan bir kandil olmuştur. Zira kültür dediğimiz o engin yapı, ancak derin bir yorumlama çabasıyla, bir tür gönül gözüyle anlaşılabilir.
Tetsuro Watsuji’nin hayat hikâyesi de, en az fikirleri kadar düşündürücü, bir o kadar da ilham verici. 1889’da, yani felsefe dünyasının bir diğer devi, varoluşçuluğun önemli ismi Martin Heidegger ile aynı yıl dünyaya gözlerini açmış. Gençlik yıllarında Batı edebiyatına ve felsefesine karşı derin bir merak ve tutku beslemiş, Nietzsche gibi çağının kalıplarını sarsan, tabuları yıkan aykırı seslere yüreğini sonuna kadar açmış. Hatta üniversitede Nietzsche üzerine kaleme aldığı tez, o dönemin akademik dünyasının dar ve katı kalıplarına sığmadığı, fazla "cüretkâr" bulunduğu gerekçesiyle reddedilmiş! Bir düşünün değerli dostlar, bugün fikirleri dünya çapında yankı bulan, üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılan bir düşünürün ilk adımları, böyle bir "anlaşılmama" ile, böyle bir engelle başlıyor. Ama Tetsuro Watsuji pes etmemiş, yılmamış; Schopenhauer üzerine yazdığı ikinci bir tezle yoluna büyük bir azim ve kararlılıkla devam etmiş. Ne ilginç bir tecellidir ki, o ilk reddedilen Nietzsche çalışması, daha sonra kitaplaşarak defalarca baskı yapmış ve geniş kitlelere ulaşarak hak ettiği değeri bulmuş. Bu bile onun ne denli özgün, ne denli zamanının ötesinde bir kavrayışa ve sarsılmaz bir iradeye sahip olduğunun en güzel kanıtlarından biri değil midir sizce de?
Kyoto ve Tokyo İmparatorluk Üniversiteleri gibi Japonya’nın en saygın eğitim kurumlarında, en prestijli kürsülerinde etik profesörlüğü yapmış, sayısız öğrencinin zihin dünyasına ışık tutmuş, onlara yeni düşünce ufukları açmış. Ama onun engin düşünce dünyasında asıl büyük kırılmayı yaratan, ufkunu daha da genişleten hadise, Almanya’ya yaptığı bir seyahat sırasında Heidegger’in o meşhur ve bir o kadar da çığır açıcı eseri Varlık ve Zaman’la tanışması olmuş. Bu derinlemesine ve sarsıcı karşılaşma, onun için adeta bir dönüm noktası olmuş ve kendi felsefi yolculuğunun en temel direklerinden biri olan, "varoluşumuzun içinde şekillendiği doğal ve kültürel yapı"yı yani insanın kendi çevresiyle kurduğu o derin ve karmaşık ilişkiyi, ve bu ilişkinin kültürel yorumlarını anlatan o eşsiz eserinin tohumlarını atmış. Bir diğer başyapıtı ise, etik yani ahlak felsefesi üzerine kaleme aldığı ve üç ciltten oluşan dev eseri olmuştur.
Şimdi gelin hep birlikte, Tetsuro Watsuji felsefesinin can damarlarından biri olan o muhteşem kavrama, yani insanın içinde yoğrulduğu, onu ilmek ilmek biçimlendiren "doğal ve kültürel yapı" fikrine biraz daha yakından, biraz daha içeriden bakalım. Bu derinlikli düşünceyi basitçe "iklim" kelimesiyle karşılamak, onun o engin anlam okyanusunu bir kaşık suya hapsetmek olur ki, bu da büyük bir haksızlık olurdu. Tetsuro Watsuji’nin kastettiği şey, değerli okurlarım, sadece havanın sıcaklığı, soğukluğu, yağmurun bereketi ya da kuraklığın o acımasız çilesi demek değildir. O, içinde yaşadığımız coğrafyanın, soluduğumuz havanın, ayak bastığımız toprağın, gördüğümüz dağların, o uçsuz bucaksız engin denizlerin, hatta kültürel mirasımızın, bizi biz yapan geleneklerimizin, sembollerimizin, inançlarımızın, dilden dile dolaşan masallarımızın, yani kısacası ruh köklerimizi besleyen, kimliğimizi ve karakterimizi inşa eden, ve her biri ayrı bir yorumlama çabası gerektiren bütün bir "varoluşsal ortamın" adıdır. Tıpkı bir ulu çınarın kökleriyle toprağın en derinlerine sıkı sıkıya tutunması, oradan hayat bulması, oradan beslenmesi gibi, bizler de bu "varoluşsal coğrafyamızla" var olur, onunla nefes alır, onunla şekillenir, onunla bir anlam kazanırız. Bu........© Milat
