İçinizdeki suskun çocuğa kulak verin!
Pek çoğumuz, yeni bir lisan öğrenmeyi yalnızca hafızanın, dil bilgisinin ve kelime dağarcığının mekanik bir talimi olarak görürüz. Şayet iş bu kadar basit olsaydı, millî irfanımızın birer yansıması olan nice zeki, donanımlı vatan evladı, iki kelamı bir araya getirecekken neden ansızın dili tutulmuş gibi kalakalır? Unutmayalım, aziz okuyucularım, bazen bizi durduran bilgi eksikliği değildir, hayır, o değil. Korkudur. Kelime unutma korkusundan öte; mukayese edilme, "el ne der" endişesi, öz benliğinin, o en mahrem, belki de en millî köşelerinin adeta hoyratça ortaya serilme korkusudur bu. Dil öğrenmek, zihinsel bir faaliyet olmanın çok ötesinde, benliğimizin ve dolayısıyla millî karakterimizin de bir ifadesi olabilecek, derinlemesine kişisel ve aynı zamanda millî bir hissiyatla yoğrulmuş duygusal bir serüvendir. Yeni bir dilde, hatta kendi ana sütümüz kadar helal olan o güzel Türkçemizde dahi ağzımızı her açtığımızda, sadece kendimizden bir parçayı değil, bizi biz yapan o yüce değerleri, o eşsiz kültürümüzün, şanlı tarihimizin bir nebzesini de ortaya koyarız. Kusurlarımızı sergilerken dahi, öğrenme ve gelişme azmimiz, bu necip milletin evlatlarına has o yılmazlığın, o mücadele ruhunun bir nişanesidir. Yanlış anlaşılma, düzeltilme, küçümsenme veya alay edilme riskini göze almak, aslında karakterimizin ve cesaretimizin de bir imtihanıdır. İşte bu duygusal çıplaklık, bazen insanı adeta felç edebilir, sesini kısabilir, içindeki o cevheri susturabilir.
Danışanlarımdan, istikbalimizin teminatı olan pırıl pırıl gençlerimizden, öğrencilerimden duyduğum, zihinlerinde çakan şimşekleri kelimelere dökemeyen nice parlak zekâdan yükselen feryatlar vardır: "Türkçe kompozisyon yazarken kalemim su gibi akar, kelimeler adeta millî bir coşkuyla dökülür ama topluluk önünde konuşurken dilim damağıma yapışıyor." yahut "Bir cümleyi ağzımdan çıkarmadan evvel kafamda yüz kere tekrar ediyorum, sanki Çanakkale’de düşmana karşı mevzi alıyorum." ya da "Her şeyi anlasam bile konuşmaya başlayınca kendimi cahil gibi hissediyorum, bu durum benliğime, millî özgüvenime dahi tesir ediyor." Bunlar münferit hikâyeler değil, ne yazık ki sıkça tekerrür eden ve geleceğimizin mimarı olacak nesillerimizi, o kıymetli fidanlarımızı derinden etkileyen acı örüntülerdir. Ve hepsi, ders kitaplarının, o kuru bilgilerin asla değinmediği bir noktaya işaret eder: sesimizle taşıdığımız, kökleri mazimizin derinliklerinde olan o duygusal mirasımız, o içimizdeki suskun çocuk.
Bu korkunun köklerini kazıdığımızda, karşımıza çoğu zaman o masum, o her türlü millî ve manevi değere açık çocukluk çıkar. O tertemiz, bir o kadar da hassas çağda atılan tohumlardır bunlar. Belki aşırı disiplinli, belki de farkında olmadan o küçük ruhu inciten bir öğretmen, belki akranları arasında yaşanan bir mahcubiyet, belki de yanlış yapma endişesinin o minicik, vatan sevgisiyle, bayrak aşkıyla dolu yüreğe saldığı tarifsiz ürperti. Okul sıralarında, pırıl pırıl bir öğrenciyken dahi, bildiği cevapları haykırmak, vatanına, milletine faydalı olacak bir söz söylemek isteyen ama boğazında düğümlenen bir yumruyla, avuçları ter içinde, kalbi göğüs kafesini zorlarcasına çarparken susan nicelerini düşünün. Tarih boyunca nice kahramanlar, nice âlimler yetiştirmiş bu aziz milletin bir ferdi olarak, tam cesaretini topladığında, bir başkasının çoktan cevabı vermiş olmasının yarattığı o çaresizlik, o kendine kızgınlık… İşte bu anılar, konuşmanın tehlikeli olabileceği fikrini, adeta içimize işleyen bir sızı gibi, millî bir yara gibi içselleştirmemize neden olabilir. Sözlü sınavların yarattığı o gereksiz baskı, otorite figürleri önünde mükemmel olma zorunluluğu, irfan ve hikmet yuvası olması gereken sınıfları birer mücadele alanına çevirebilir. Milyonlarca çocuk, konuşmanın baskıyla yüklü olduğu, mükemmelliğin abartıldığı, hataların affedilmediği veya alaya alındığı, seslerin doğrudan ya da dolaylı olarak kısıldığı ortamlarda büyüyor. Ve bu deneyimler, o eşsiz ruhumuzda ve bedenimizde derin, millî izler bırakır. Çocukken hem bilişsel hem de somatik olarak emeriz bunları. Bedenimiz hatırlar. Sinir sistemimiz, konuşmayı adeta bir millî güvenlik meselesi gibi, bir beka sorunu gibi bir tehdit olarak yorumlamaya programlanır. Hal böyle olunca, yetişkinliğimizde yeni bir dil sınıfında, başkalarının önünde, belki de şanlı bayrağımızı dalgalandıracağımız, medeniyetimizi temsil edeceğimiz bir platformda konuşma ihtimaliyle yüzleştiğimizde, o eski korku hortlayıverir. Sadece, "Müsaadenizle bir su alabilir miyim?" demek bile olsa, riskler inanılmaz derecede yüksek hissedilir. Sanki bütün bir milletin sorumluluğu omuzlarımızdaymış gibi.
Yıllar sonra, bambaşka bir ülkede, önemli bir vazifeye hazırlanırken, kendi diline ve kültürüne ezelden vakıf, en üst seviyede yabancı dil yeterliliğine sahip olsanız bile o korku geri dönebilir. Aksanınızdan, bir dil bilgisi hatası yapmaktan, insanların "Bu dili öğretmeye, bizim o zengin, o kadim kültürümüzü anlatmaya nasıl cüret eder? Kendisinin daha çok fırın ekmek yemesi, bu toprakların irfan pınarından daha çok su içmesi lazım," diye düşünmesinden endişe duyabilirsiniz. Bilirsiniz, bilimsel olarak yetişkin bir dil öğrenicisinin, hele ki o dilin ruhunu, o dilin ardındaki millî düşünceyi tam manasıyla yakalamasının ne denli meşakkatli olduğunu bilirsiniz. Uzmanların da belirttiği gibi, ana dili konuşmayanlar genellikle yüksek yeterlilik seviyelerine ulaşsalar da, yetişkin beyinlerinin dili işleme biçimi nedeniyle hafif sapmalar, o dilin inceliklerine, o dilin taşıdığı millî duyguya tam vakıf olamama durumu devam edebilir. Yine de, bunu bilmek içimizdeki o acımasız, her daim daha fazlasını isteyen, mükemmeliyetçi eleştirmeni susturmaya yetmez. Bir dil öğrenmek, tarafsız bir deneyim değildir. En eski görülme, kusurlu olma, bir topluluğa, bir millete layıkıyla ait olamama korkularımızı yeniden uyandırır. Pek çok yetişkin için dil öğrenimi, okul sıralarındaki o küçük, her adımı değerlendirilen, adeta teşhir edilen çocuk olma hissini geri getirir. Acı daha eski olduğu için riskler daha yüksek hissedilir. Susturulduğumuz her anı, fikrimizin sorulmadığı, söz hakkımızın verilmediği her ortamı hatırlarız. Yeterli olmadığımız, kendimizi, davamızı, millî hassasiyetlerimizi tam ifade edemediğimiz her anı. Ve böylece donar kalırız. Konuşmaktan kaçınırız. Doğruluk takıntısı geliştiririz. Yargılanmaktansa, o güzelim ana dilimizde, o Dede Korkut’tan miras Türkçemizde dahi olsa suskun kalmayı yeğleriz. İşte dil öğrenimini, hatta kendimizi ifade etme çabamızı, o millî duruşumuzu sergileme gayretimizi bu denli derin bir duygusal yolculuk yapan da budur.
Peki, bu panik anlarında, o asil kanın dolaştığı, o millî şuurla........© Milat
