Kendine geç kalan insan
“Geç kalmak”, insanın hayatı yakalayamamasından çok, kendi varoluşuna yetişememesiyle ilgilidir.
Modern bireyin ikilemi de tam burada başlar: Kendi özünü bulmak mı, yoksa başkalarının beklentilerini karşılamak mı? Bu soru, hem felsefi hem de psikolojik düzlemde insanın varlığını anlamaya çalışırken karşılaştığı temel meselelerden biridir.
Hayat çoğu zaman insanı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi öğretir. Bu öğretinin dili ne kadar sertse, insanın iç dünyasında açtığı yaralar da o kadar derindir. Yine de o yaralar, ruhun kendi iz düşümüdür; kişinin gerçek benliğini arayış yolculuğunda mihenk taşlarıdır. Ancak insan doğası, bu süreci kolaylaştırmaz. İçimizde hem kendini bulma arzusu vardır, hem de başkalarının beklentilerine göre şekillenme zorunluluğu. İşte bu ikilem, “geç kalmak” duygusunun kökünde yatan asıl gerilimi oluşturur.
Doğanın yasalarına baktığımızda her şeyin kendi ritminde ilerlediğini görürüz. Güneş her sabah doğar, çiçek mevsimi geldiğinde açar, nehir kendi yatağında akar; hiçbiri başkasının onayını beklemez. Oysa insan, doğanın çocuğu olmasına rağmen, çoğu kez kendi doğasına yabancılaşır. Onay arayışı, maskeler ve sahte gülümsemeler arasında sıkışıp kalır. Bu noktada “geç kalmak”, zamanla yarışmaktan çok, kendi özümüzle bağ kuramamak anlamına gelir.
Psikoloji bu durumu “kendilik bütünlüğü” kavramıyla açıklar. Gerçek benlikle dışa yansıttığımız imaj arasındaki çelişki, kronik bir yabancılaşmaya yol açar. Jung’un dediği gibi, toplum için taktığımız maskeler uzun süre kullanıldığında, kişi maskeyi çıkardığında altındaki yüzü unutabilir. Böylece insan, aslında kendine geç kalır.
Varoluşun en sancılı paradokslarından biridir. Kierkegaard, insanın en büyük trajedisinin kendisi olamamak olduğunu söyler. İnsan, kendisi olmayı ertelerken, başkalarının beklentilerini yerine getirmenin güvenli ama sığ sularına kaçar. Bu erteleme, ruhsal bir erozyon yaratır. Kendini........
© Medya Günlüğü
