Mehmet Âkif, Değerlerimiz ve İstiklâl Marşımız
Yaşadığı dönemde kıymeti bilin(e)meyen insanların ve eserlerinin listesi oldukça kabarıktır. Böyle değerlerin ölümlerinin ardından “anısına” diye verilen ödüller, açılan müzeler, üniversiteler, yetiştirilen ormanlar vb. vefa duygusunu barındırsa da, yaşadıkları dönemde karşılaştıkları ve hak etmedikleri anlaşılan kötü muameleler, geride kalanlar için hüzün kaynağı olarak varlığını sürdürmektedir.
Bizim Tarihsel geçmişimizde de bu kabilden, sultanlar, devlet adamları, siyasetçiler, bilim insanları, sanatçılar gibi yüzlerce insan vardır. Bunların ilk sıralarında –son zamanlarda biraz daha ön plana çıkarılsa da- Millî Marşımızın yazarı olması nedeniyle 12 Mart İstiklal Marşımızın Kabulü törenlerine hayat hikâyesi kısmen sıkıştırılan İstiklâl Şairi Mehmet Âkif Ersoy gelmektedir.
Mehmet Âkif sadece Millî Marşımızın yazarı değildir. Vaizdir, mebustur, amiridir, memurdur, diplomattır, şairdir, yazardır, müfessirdir, veterinerdir, sporcudur üç dilde çeviri yapabilecek seviyede bir münevverdir. Hayatı ve eserleri; bu milletin ve yaşadığı coğrafyanın dönüm noktalarından biri olan altı yüzyıllık Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilip Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu; millet, ümmet ve vatan için olağanüstü değişimlerin, yenilgilerin ihanetlerin ve zaferlerin yaşandığı bir tarih kesitini kapsaması açısından bizim için ayrı bir değer taşır. Âkif, böylesine önemli bir döneme şahitlik etmiş ve milletin derdine tercüman olmuştur. Mısraları günümüz için adeta vakanüvist kayıtları niteliğindedir.
Âkif’in fikir ve sanat hayatı incelendiğinde diğer eserlerinin; bir milletin geçmişinin özeti, geleceğinin planlaması olarak değerlendirebileceğimiz İstiklal Marşını yazmak için bir gerekçe olarak durduğunu görürüz. Sanat hayatını bir altın madenine benzetirsek İstiklâl Marşımız bu madenin en saf ve değerli halidir diyebiliriz.
Âkif adeta bir eliyle milletin nabzını tutmuş, diğer eliyle tespitlerini mısralara yansıtmıştır. Yazdıkları hayalleri değil, bizzat milletin, dolaysıyla da kendisinin yaşadıklarıdır.
Dört buçuk asırlık vatan toprağı olan Balkanların elimizden çıkmasına içerleyen Âkif şu dizelerle feryat edecektir:
“Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk
Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba, kabrinden kalk!
…
Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
“Meşhed”in beynine haç saplanacak mıydı baba!
Ne felaket: Dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvatın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
…
Basacak mıydı, fakat göğsüne Sırp’ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı”
Âkif sadece hüzünleri, kederleri değil, kahramanlıkları da doyumsuz mısralarla aktarmıştır milletine. Yazdığı sırada Anadolu’da olmamasına rağmen “Çanakkale Şehitlerine” şiirinde şehitlere öyle seslenmiştir ki adeta her şehidin yanındadır. Her mısrasını okuduğumuzda savaş alanı tablolar halinde karşınızda belirginleşir. Okurken top, gülle tüfek sesleri, Fatihalar, Yasinler, tekbirler, dualar iniltiler, feryatlar… Kulağınızı çınlatır. Bu şiir dün olduğu gibi bugün de yarın da millî gönül coğrafyamızdaki bütün insanların yüreklerini titretmeye devam edecektir.
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Çanakkale Şehitlerine adadığı şiirinde kaleme aldığı bu mısralar, adeta bütün hayatının özeti gibi duran İstiklâl Marşımızda şu dizelerle karşılık bulacaktır.
“Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı”
İstiklâl Şairinin bütün hayatı Türk-İslam kültürünün öne çıkardığı değerlerle bezelidir. Ayrılık sevdasına düşenlere, bölücülük yapanlara ya da vatanı işgal edenlere teslimiyeti dillendirenlere kurşun ağırlığında dizelerle sitem eder. İhanete ve menfaatperestliğe asla tahammülü yoktur.
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı........© İnsaniyet
