Şuuraltı Notları – 1 İçimdeki Ağrıyı Şehre Verdim
Şehri dolaşmadan içindeki şehri dolaştı. Her yere sanki sevdiğinin kokusu sinmişti. Durdu, baktı, acelesi yoktu, ancak ayakları yerinde duramayan bir yaramaz çocuk gibi onu sürüklüyordu. Her kapının ardında bir göz. Her gözün üzerinde kaş. Her kaşın çizdiği bir kalem… Kapıları eliyle vurdu. Birinci kapı: Sus ve dinle. İkinci kapı: Eğil ve öp. Üçüncü kapı: Seni bekleyen bir ateş. Dördüncü kapı: Senin aradığın bu değil mi? İçinde biriktirdiği acının çetelesini tutsa, koyacak yer kalmazdı. Biraz silkineyim dedi. Bak bana bayım, aramakla bulamayanlar ile aramadan bulanlar arasında bir fark vardır, sen aradığında aranamazsan, aramadan aranan ile aranda sadece bir kapı var. Zaman, devingenliği düşünce kapılarının ardında gizleyen sinsi bir felektir. Bergson demiyor mu, her zaman kendi devingenliğini yaşar, ya da her devingenlik kendi zamanını yaşar diye… Der, ama ayracı olan insanların gördüğü iki şey vardır: Biri yemeden yatanlar, biri de hem yiyenler hem yatanlar…
İçindeki türkü (henüz) bitmedi…
Dönüp gölgesine baktı, içinde dağlar devrildi. Bir resim bir ressamın şaheseriyse onu her türlü renge boyayabilir mi? diye sordu içindeki ses. Hayır dedi, sır. Onu ancak kendi elindeki boyayla boyayabilir ressam, paletinde hangi renk varsa onunla boyar, çok renk varsa çok renkli olur. Onu biliyoruz be adam, yani hangi renge boyamışsa şaheserini o renkte görüyor, değil mi? Evet…
/arafta bekleyen adamın cennete dönmesi gibi döndü adam, ellerini saygıdan dolayı uzatmaya çekinerek ve bir gün gelir yine, dönerken kadının dediği gibi, şimdi tut, yoksa bir daha zaman bulamazsın, arabayı kullanan kadının gözbebekleri gülüyordu yorgun ve içi karmakarışık bir hal ile yanındaki adamın nutku tutulmuştu, ağzı açık kalmış öylece bakıyordu dolu ve suskun, adama döndü ve dedi kadın: al ellerimi şimdi tut, bakarsın bir daha bu fırsatı bulamayabilirsin, adam çarpıldı ve kızardı, öyle yapıştı ki bu ele, hiç bırakmamacasına, ancak hain felek öyle bir örgü örüyordu ki, ben bu iki güzel insanı birbirine yar etmemek için gece gündüz çalışmalıyım diyordu, gök kapılarını kapattı, gölgeler oynaşmaya, düşünceler durağanlaşmaya, elbiseler sökülmeye, açlıkla tokluk birbirine karışmaya, gözler yuvalarına çekilmeye başladığında, zaman su gibi akıp gitmişti, adam bu ana tanıklık etmesi için şiirlerine bir şerh düştü: felek senin bahtın yok, topla kırıklarımı, dedi dize düşerek,
ve ağladı,
ve sustu içinden,
ve uru büyüttü içinde,
sonunda adamı yedi kadın yerine
adam; “kandan bir elbise biçtim, onu hiç değiştirsinler istemedim” dizesini okudu, içindeki şehir kendine küstü/
Oyunun ne anlama geldiğini sonradan öğrendi, gözlerini açtığında. Anladı ki, kandan biçilen bir elbiseyi değiştirmek istemediğinde onu hiç kimse değiştiremezmiş. Onu ancak hiç karşılaşılmayan acayip adamlar ve acayip dervişler giyerlermiş. Kadın muzipliğe vurdu ve seslendi: kadın ne vicdansızmış breh!
Yaaa!
Vicdansız biriymiş meğerse kadın, nice bülbüllerin hiç gülü olmazmış, nice gül var ki bülbülleri olmazmış, demek geldi içinden ve........
© İnsaniyet
