Tasavvuf, Bugünkü İnsanlığa Ne Söylüyor?
Din, insanoğluna huzur ve mutluluğun yolunu gösteren ilahî hakikatin bütünüdür. Tasavvuf ise hakikate giden yolun mutasavvıflar tarafından yapılan bir çeşit tarif ve yorumudur. Bu yorumcular ilk günden beri vardır. Asr-ı Saâdet’ten sonra Emevîler, Abbâsîler döneminde Mekke’de, Medine’de, Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Buhara’da bir1çok gönül eri “yolcu”lara rehberlik yapmışlardır. Yol’un en büyük ustalarından biri Endülüs/Avrupa’da doğmuş Şam’da 1240’ta vefat etmiştir: Muhyiddin İbn Arabî. Diğeri Selçuklular döneminde Konya’da yaşayan Mevlânâ Celâleddin Rumî’dir. 1207 tarihinde bugünkü Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuş, ailesiyle birlikte Anadolu’ya hicret etmiş 1273’te başkent Konya’da vefat etmiştir. Anadolu’nun yıldızı ise Yunus Emre’dir. Birinci isim Arapça, ikinci isim Farsça, üçüncü derviş ise Türkçe yazmıştır.
Onlar bu meşaleyi Hz. Peygamber Efendimiz başta olmak üzere kendilerinden önceki büyüklerden aldı. Mekkeli Ebû Talip’ten, Bağdatlı Cüneyt’ten, Horasanlı Attar’dan, Tirmizli Muhakkık’tan, Tebrizli Şems’ten… Sekiz asırdan beri onları okuyanlardan hiç kimse pişman olmadı. Onları anlayanlar kendi çapları/kabiliyetleri oranında hakla, hakikatla buluştu, aşkla muhabbetle yüzleşti. Kısaca mutlu oldu, yaşama sevincini hissetti… “Dünya ne güzel, insan ne güzel, dua ne güzel , secde ne güzel, yaşamak ne güzel!” dedi.
Bugün dünyanın farklı coğrafyalarında aynı hakikati seslendiren meslekdaşları görevlerine devam ediyor. Kaşgar, Kazan, Kurtuba hattında; Buhara, Bursa, Bosna çizgisinde; Isfahan İskenderiye güzergâhında… Çünkü onlar Allah’ın bizler için açtığı lutuf ve bereket kapılarıdır. Dünya var oldukça var olacaklardır:
“Megu eshâb-ı dil reftend ve şehr-i ışk şod hâlî
Cihan pür Şems-i Tebrizî mürid-i ku çu Mevlanâ”
Bu Farsça beytin Türkçesi şöyle:
“Gönül ehli hep gitti, aşk şehri boştur deme!
Tebrizî’ler hep vardır Mevlânâ’sı nerede?”
Şimdi sorumuzu tekrar soruyoruz:
Tasavvuf kültürü çağdaş insanlara ne söylüyor, ne söyleyebilir; çağdaş insanların gönül problemleri açısından nasıl bir ufuk açabilir, nasıl bir imkan sunabilir? Bu sorular üzerinde birlikte düşünelim, cevap bulmaya çalışalım. Bir diğer ifade ile 26. 000 beyitlik Mesnevi’de, kırk ciltlik Fütühat’ta anlatılan derslerin bugünkü insan için özeti nedir?
Bu soruların cevabını müsaadenizle on bir madde ile vermek istiyorum. Niçin onbir? Tabii ki farklı tasnifler olabilir. Tasavvuf kültüründe on bir ilke vardır, bu rakamdan hareketle cevapları on bir maddede topladım:
İlk surenin ilk duasıyla başlayalım; “İhdinessırâte’l-müstakim” (Fatiha 1/5). Kur’an-ı Kerim’deki sıralamaya göre, Allah’ın bize öğrettiği ilk dua budur: Allah’ım bizi doğru yola ilet; Allah’ım bizi sırat-ı müstakime yönlendir. Nedir bu sırat-ı müstakim? Sırat-ı müstakim: doğru yol, kimin yoludur? Cevabı hemen yanında geliyor: “Kendilerine nimet veridiklerinin yoluna Allah’ım.” Sırat-ı müstakimi Allah Teala böyle açıklıyor. Kendilerine nimet verilenlerin yoludur sırat-ı müstakim. Kimdir bunlar? Bunun cevabı bir başka ayette veriliyor: Peygamberler, sıddıklar, şehitler /şahitler ve salihlerdir. (Nisa 4/69) Bir anlamda, Kur’an-ı Kerim’in dört kutbu; aktab-ı erbaasıdır bunlar. Allah’ın nimet verdiği insanlardır bunlar, sırat-ı müstakimi, Allah’a doğru giden yolu bunlar gösteriyor.
Peygamberler, zaten kategori üstüdür. Diğer üç grubun özellikleri nelerdir, onları açıklayalım: Sıddık olanlar, sadık olanlar, samimi olanlar; şehit olanlar veya hakikate şahit olanlar, hakikat için hayatını ortaya koyanlar ve nihayet salihler.
Salihler, Kur’an-ı Kerim’in bize öğrettiği en üst insan gruplarından biridir, daha doğrusu derecesi en üstte olan mü’minler için kullanılır bu ifade. Kur’an’da pek çok kez geçer; Allah’ın salih kulları. Sırat-ı müstakim bunlara bakılarak bulunacak. Birinci vazifemiz bize sırat-ı müstakimi gösterecek birini, O’nun bir salih kulunu bulmaktır. Biz birine, bir insanoğluna muhtacız, peygamberler onun için gelmiştir zaten. Peygamberlerden sonra ise onların varisleri, diğer üç grup. O’nun (sas) varisi, O’nun (sas) yolunu izleyenler. Bizim onları bulmamız ve onların rehberliğiyle yürümemiz gerekiyor. Bir ustayı bulmak, bir bileni bulmak, bir muallimi bulmak, bir mürşidi bulmak gerek. Çünkü biz annemizden doğduğumuz zaman bir şey bilmiyoruz, bize bir muallim lazım, bize o yolu gösteren, bize o yolun kitabını öğreten bir rehber gerekli. Dolayısıyla Peygamberlerin varislerini bulmak ve onların tecrübesini almak, ana meselemiz olmalıdır. Amacımız, birini bulmak, hoşbeş etmek değil, orta şekerli kahve içmek değil; birini bulmak demek onun o muhteşem ve mübarek tecrübesini alabilmenin yollarını aramak demek. O tecrübeyi alamıyorsak bulmamız hiçbir işe yaramaz. “Er-refik sümme’t-tarîk.” Yani önce tecrubeli arkadaş sonra yol.
Tasavvuf yoluna giren insana verilen ilk derste şu altı kelime vardır:
Az ye, az uyu, az konuş. Bu altı kelimedir ilk ders, ilk okulun ilk dersi: Riyazetin ABC
’sidir bu aynı zamanda. Riyazet, kelimesinin Türkçesi eğitim demektir. Osmanlılar döneminde okullarda şöyle bir ders vardı; riyazet-i bedeniyye. Ne demek bu? Bildiğiniz Beden eğitimi. Riyazet, insanın hem bedeninin eğitimiyle ilgili bir kelimedir hem ruhunun eğitimiyle ilgili. Bizi burada ilgilendiren ruhun eğitimidir. İkinci merhalede bu eğitim; riyazet-i ruhiye başlıyor.
Riyazet-i ruhiyeyi anlatırken riyazet-i bedeniyeyle birlikte anlatırım muhataplarıma ve onların dikkatini spor konusuna çekerim. Spor da bir riyazettir. Aynı kelimedir. Riyaziye ayrıca matematiğin de adıdır, o da buradan gelir, matematik kelimesi; riyaziyat.
Bir maraton koşucusu, dünya şampiyonu düşünün. Dünyada bir kişi, dünya maraton şampiyonu, yedi milyarda bir kişi. Beş saat koşuyor ve dünya şampiyonu oluyor. Burada soru şu: Bu beş saatin içinde ne var? Bu bizim ekranda gördüğümüz beş saatin içinde neler var acaba?
En az beş yıl var. Başka ne var? O beş yılla birlikte alınteri var. Yetmez, o beş yılla birlikte alınterinin yanında çok güçlü bir irade var, yetmez çok güçlü bir sabır var. Yine yetmez dünya şampiyonu olmak için. Bir şey daha var, o olmadan olmaz. Onun adı da, teknik direktör. Antrenörü olmayan bir dünya şampiyonu var mı? Antrenörü olmayan dünya şampiyonu yoktur. Biz yirmi kiloyu kaldıramazken, aynı yaştaki başka bir insan iki yüz kiloyu tuttuğu gibi kaldırıyor. Bunu ne ile elde ediyor? Bedenine riyazetle öyle bir güç kazandırıyor ki olağanüstü bir hal ortaya koyuyor. Bir insan iki yüz kiloyu kaldırıyorsa burada olağanüstü bir durum var demektir. Tasavvufi terbiyenin sonunda da böyle bir olağanüstü hal olur. İnsanın bedeni bunu gösterdiğine göre ruhu neden göstermesin? İnsanın bedeni, maddesi, kan ve kemikten ibaret olan varlığı olağanüstü bir gösteri yapabiliyorsa, ruhumuz niye yapamasın? Tasavvufi yolculukların sonunda ruhumuzu eğitiyoruz ve ona kemal vasıflarını kazandırıyoruz. Yolculuğun ikinci basamağı riyazet, “uzun ince bir yolculuğa” hazır olmak demektir.
Bu uzun yolculuğun bir yerinde tezkiye-i kalp dersi başlar. Kuran-ı Kerim’de kalplerinde hastalık olanlar, (Bakara, 2/10) kalpleri kirli – paslı olanlar, (Mutaffifin, 83/14) kalpleri katılaşmış olanlar, kalpleri taşlaşmış olanlar (Bakara, 2/74) gibi ifadeler geçer. Bu hastalıkları tedavi etmeye tezkiye deniyor. Tezkiye temizlemek demek, zekat kelimesi buradan gelir. Kalbimizi bunlardan nasıl temizleyeceğiz? Büyük cihat bu işte, bir diğer ifade ile büyük savaş. Kalbimizi hasta eden, kirleten, kalbimizi taşlaştıran, taştan daha katı hale getiren şeyler nelerdir? Bu soruya cevap aradığınız zaman birçok şey karşınıza çıkar.
Bir iki tane örnek verebiliriz: Mesela, kibir denen bir hastalık var, kalbimizi öldürür. Kibir nedir? Başkalarını küçük görmek, basit görmek, adi görmek; kendini bir yerlerde, yukarılarda görmek. Niye o yerlerde? Aklınca, ya parasına güvenir ya şanına, şöhretine güvenir ya titrine güvenir. İsminin önünde yer alan harflere bakar. Birileri küçücük o yüksek bir yerlerde, kibir denen afet bu. Kalbimizi kıpırdayamaz hale getiren bir belâ. Bunun tedavisi gerekiyor. Bunu kardiyologlar yapamaz, bu kardiyologları ilgilendirmiyor. Bir “kalp uzmanı” olacak ve bize tevazu dersi verecek; konuşmasıyla, oturmasıyla, kalkmasıyla, yemesiyle, içmesiyle, giyinmesiyle bize tevazu/alçakgönüllülük dersini verecek.
Kibrin zıttı tevazu. Tevazu muhteşem bir özellik, muhteşem bir zenginlik, muhteşem bir servet, gönülleri fetheden bir servet. Gönülleri fetheden nedir? Hiç öyle derin konulara girmeye gerek yok, bu toprakları fetheden kuvvet nedir? Bu toprakları fetheden kuvvet o dervişlerin tevazuudur, onların alçak gönüllülüğüdür. Diğer maddi güçler top/tüfek zaten gelip geçici şeylerdir. O tevazuyu yakalamak gerekiyor, kalbimizi kibrin pisliklerinden arındırmamız gerekiyor. Kibrin binbir çeşidi var; en tehlikeli olanı, yaptığı ibadetlere güvenerek başka mü’minleri küçük görme hastalığıdır. Feci bir tuzaktır bu. Niçin feci bir tuzak? Çünkü yaptığımız ibadetlerin kabul edildiğine dair bir belgemiz yok, kabul et Allah’ım diye yalvarıyoruz, kabul edildiğine dair bilgimiz yok. Bu bilgi olmadığı halde buna güvenerek nasıl başka bir mü’mini küçümseyebiliriz?
Kin tutmak denen bir başka hastalık var, kin tutmak, kindar olmak, bizi yiyip bitiren kemiren bir şey. Neyi kemiriyor? Manevi zenginliklerimizi, artılarımızı, birikimlerimizi kemiriyor. Kindarlık, gönlümüzün servetini tüketiyor; sürekli kan kaybeden bir insan gibidir, kindar insan. Kin tutmak o kadar tehlikeli bir hastalıktır ki, Allah Teala bize bunun özel duasını öğretiyor. Kuran’da her hastalığın........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein