menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hiç

20 0
14.09.2025

Keyfe keder haftaların ardından hep korktuğum o günler geldi sanırım. Belliydi, aylar öncesinden geleceğine dair rüyalar görüyordum, hoş o rüyaları görmesem de gelecekti zaten. Bir alamet bekliyordum, rüyalar da onun haberini vermişlerdi.

Akşamları evdeyken, çocuklarım yüzüme gülüyorken, bir ara sanki düzelecekmiş gibi hissedip, huzurla dolduğum anlar oluyordu. Yatarken gece, yastıkla cebelleşirken, “Var mıdır acep bir çıkış yolu?” O an aklıma gelmese de “Bir süre sonra nasıl olsa toparlanır,” dediğim öyle düşündüğüm vakitler de oluyordu ama öyle olmadığını gösteren günler sonunda gelip çatmıştı.

Önce arkadaşlarım acımasızca ümitlerimi tüketti. Sonra yavaş yavaş kendim. Tamam, kendime kızıyordum ama arkadaşlarıma daha çok kızıyordum, şimdiye kadar hep isteyen arkadaşlarıma. Yüz arkadaşımın doksan sekizine. Şimdi o doksan sekiz yüzüme karşı “Hayır!” diyebiliyordu. Oysa ben hiç onlara “Hayır!” dememiştim. Ben kimseye “Hayır!” diyemem ki. Ama onlar… Neyse… Doksan sekizin kalabalıklığından kafam karışır oldu biraz. Doksan sekizin çokluğundan…

Çocuklarım ve eşim, onlar hala varlıklarıyla yanı başımdaydılar. Onları düşündüğümde tutunacak bir dalım olduğunu, onlar için güçlü olmam gerektiğini hep aklımda tutuyordum, ama o kadar işte. Az sonra nasılsa zihnimden bir süreliğine, belki de uzun bir süreliğine zaten gideceklerdi. Beni koynuna çeken kara düşlerin elinde kederden yapılı bir perde vardı. Yeri geldiğinde o perde örtecekti ardıma bıraktıklarımı.

Ara ara uykumun arasına giren umut dolu rüyalar da vardı elbet, tabir kitaplarından şişirilip şişirilip önüme getirilen. Bazı sabahlar bu rüyalarla o kadar güzel uyanıyordum ki, “Hadi be aslanım, bitti kara kaplı günler,” diyordum içime seslenerek. Gün boyu bekliyordum kara bulutların dağılmasına sebep haberi. Ses seda çıkmıyordu. Yorulduğumu hissediyordum. O doksan sekiz arkadaşım sesime ve yüzüme bakıp “Hayırdır? Sende bir hal var,” deyip sebebini sorduklarında “Uyuyamıyorum, sıcaktan herhâlde,” ya da ne bileyim bir türlü tedavi ettiremediğim “Dişlerim,” diyordum. Yetmezmiş gibi, gün geçtikçe sürekli büyüyen ödemelerim, onlar da canımı sıkıyor, ferahlayacağım günlere dair umutlarım teker teker tükeniyordu. Evet, yorulmuştum. Cebimde üç beş kuruş para kalmıştı. O da hızla tükeniyordu. Başka da -hani hep beklenilen- bir yerlerden gelecek para yoktu. Sağ avucumun kaşıntı nekrozları aylar önce iyileşmişti.

En lüzumsuz zamanların en lüzumsuz insanları, onlar bile en olmadık vakitte karşıma dikilip cebimdeki o üç beş kuruşa ortak çıkıyorlardı. Hatta geçenlerde biri vicdanımı yaralarcasına sokaktaki kedileri bahane etti. “Öyle yok çok param,” dediysem de diretti, o son üç beş kuruş parayı almak istedi. Çaresiz verdim tabi ki. Uyuyamazdım ki, söz konusu kedilerdi.

Ertesi gün işe geldiğimde aynı rutin, aynı can sıkıcılığıyla devam ediyordu. Yok, Allah’ım bir çıkar yol yok maalesef. Dua ediyordum sıkıştığım her zamanın değişmez tekrarı. Hoş, rahatlıkta da ederdim ama dedim ya çok bunalmıştım. Duaya durdum. Gözlerim doldu. Sahibimden, O’ndan istedim. Verirse -ki kesinlikle yine verirdi- eğip bükmeden lafı, istedim O’ndan. Para değil istediğim. Umutlarım tükenmişti ve ben umut istiyordum ertesi günlerin sabahlarına dair. O’ndan öylece istedim.

Sol omzumun burjuva kırmızısı tüketti her bir sözümü, çatal iğnesini de saplayarak: Bu kez çıkar yol yok. Oldu ya, uyarsam diye şeytanın çizdiği yollar da kapatıldı. Çıkış yok. Tükendiğimi hissediyorum, çözüm yok, çare yok.

Yine çocuklarım geçti gözlerimin önünden. Kara gözleri, masum elleri, dalgalı saçları. Haberleri yok olan bitenden. O derece masum istekleri. Ya sonrasında… Onların çaresiz kaldıkları an hayal meyal görününce kuş pislikleriyle lekelenmiş penceremden, toparlanmaya yeltendim. Ama takatim kalmadı. Yürümek iyi gelir demişti birisi bir zamanlar. Bu söz üzere vurdum kendimi yollara. Sıcakta yürümesini de hiç sevmem aslında. Sevimsiz sarı bir caddenin kenarından asfaltın sıcağını suratıma emerek yürüyordum şimdi. Yanımdan geçen arabalarda, mutlu, benim mutsuzluğuma zerrece kayıtsız erkekler, kadınlar, çocuklar.

Kimi kırmızı kimi mavi tabelaları sağ tarafıma alıp yürüyordum cadde boyunca. Hiç girmediğim dükkânlar. İçeriye birileri girip çıkıyor. Bana neyse. Karşımda hep gitmeyi çok sevdiğim caminin minareleri. Ok gibi semaya kilitlenmiş dört minare. Giriyorum ezcümle kapısından, şadırvana atıyorum........

© İnsaniyet