Alaxandre Dumas beni dinlemedi
Dumas beni dinlemedi, yan yana yürüsek koluma girdi, hayatı boyunca düşmekten korktu. Samsat’ta derler, düşmez kalkmaz bir Allah’tır. Bunu dedim. “Sadece bu değil” dedi: fiziki korku. Bir de başka bir korkusu vardı: ruhsal. “Korkunun üstüne gidelim, bir şeyler yapalım” dedim.
Bir roman yazdı. Zaten hep yazardı. Aklı fikri eski zamanlardaydı. Şövalyelerle ilgili en az benim kadar bilgi sahibiydi. Şövalyelerden bir yakınımız gibi söz ederdik. Ama bu romanı bir başkaydı. Ben çok sevdim. İlk önce, yıllar yılı çözemediğimiz bir meseleyi (düşmemek), bir kahraman yaratarak çözmüştü ve bu kahramanı maskelerle donatmıştı: Edmond Dantes’ten bahsediyorum, bu adam benim, on altı yaşımın kahramanıydı. İkiyüzlü ve sahtekârdı; bazen kont oluyordu, bazen papaz, bazen de lord. Her yaşımıza, her bir adla, bir maske takıyordu, ne istiyordu ki benden. İtiraf mı, çağrı mı ve en can alıcı olan düşmemek için taktığı her maske de bu kadar inandırıcı olmak zorunda mıydı; papaz olurken din adamlarının, lord olurken vatanseverlerin, kont olurken saray soytarılarının maskelerini düşürmekten bana neydi? Toplasam, çarpsam, çıkarsam Edmond’un tek derdi vardı, güçtü! Onca kişi olmaya gerek var mıydı? Bir dedenin torunu olmak, anamdan başka kadın tanımayan bir babanın oğlu olmak neyime yetmiyordu. Ninemin anlattıklarını saymıyorum bile, onca okula, kitaba ne gerek vardı? Neyse.
Sonraki yıllar, Marcel Proust’u tanıdım, o da bana kitaplarıyla geldi, sırf başkasının kitap ve yazılarını okumaktan kendi yazılarımı yazamadım, o da bir tip yaratmıştı ve ondaki tip de tıpkı bizim Edmond’un kadın haliydi; adı, Albertine idi. Albertine’nin sayısız yüzü ve görüntüsü vardı, hangi yüzünü seveceğimi bilmedim. Dengesiz mi, küfürlü konuşan biri mi, hanımefendi mi, lüks düşkünü mü? Dahası anlatıcıyı ortaya mı çıkartıyordu, baştan mı çıkartmıştı, neydi? Proust’la aynı fikirdeydim, o da buna şaşırıyordu; Paris’te, topla, çarp, çıkart, bir altı ayları vardı, sonra Albertine kaybolunca, aydınlık sanılan zaman karanlıkta kalmıştı. Aşkın kısa süreni, tesir yapanı mühim miydi bu kadar? Edmond ve Albertine saklanan kimseler miydi? Hem maske saklanmak kadar, keşfedilmek isteği değil miydi? Edmond, saklanıyor muydu, yoksa keşfedilmek mi isteniyordu? Albertine, kayıp mıydı gerçekten, kendi hayallerini mi yaşıyordu; Proust’a sorsam, kayıptı! Öte yandan Albertine bir erkekle değil, bir kadınla yaşamak istiyordu. Hem Proust’un bir Albertine’i vardı ama Albertine’nin bir Albertine’i yoktu; susarak her şeyi açık bırakmıştı, çok bilge biriydi; Proust, bu bilgiyi öğrenme derdine düşmüştü; hatta, öldüğünü öğrendiğinde bile bir dedektif tutup ilişkilerini araştırmıştı, bak sen, kendisine ait bir zamanı arıyor Proust, o zamanın peşinde, o zamanı kurtarabilir mi?
Soru şuydu: Proust sevilmiş miydi? Yazmak, sevilmek isteğiydi. Proust sevilmemişti hiç. Dahası, Proust’tan bildiğim bir Albertine vardı. Romanda Albertine, Marcel’den daha fazla geçiyordu. Roman........
© İlke TV
