Parçalanan hakikatin gölgesinde dayatılan algılar
Dijitalleşme, sosyal yaşamdan bilim alanına, sağlıktan ekonomik yaşama kadar birçok olguda derin değişimler meydana getirmektedir. Özellikle yapay zekâ teknolojileri ve entegre robotik gelişmeler, insan yaşamında köklü dönüşümlere yol açmıştır. Toplumların gündelik yaşamlarında yaygın bir şekilde kullanılan teknolojik ilerlemeler, modernitenin dünyevi projelerini hayata geçirmek için tercih ettiği en önemli araçlardan biridir. Nitekim sosyal yaşamın doğal akışındaki bütünlüğü parçalama, yani birbirini tamamlayan sistematik yapıyı ayrıştırma pratiği bu yolla güçlendirilmiştir. Bu ayrıştırmanın neticesinde modernite, bilimi dinden ayırmış; bununla da yetinmeyerek siyaseti, ahlakı ve hukuku dinden koparmıştır. Hayatın çeşitli kurumları ile din arasındaki bağları yıpratmaya yönelik geliştirilen bu pratik, insanın dindarlık ve maneviyatla olan ilişkisini zayıflatmıştır. Sonuç olarak kişinin kendi nefsinde beliren ve ifsat/bozgunculuk üreten bu yapı, Sünnetullah’a karşı sistematik bir isyan hali doğurmuştur. Bu isyan hali, Avrupa'nın tarihsel deneyimleri üzerinden de anlaşılabilmektedir.
Avrupa, dine dönüşümün yaşanması durumunda kendi iç dinamiklerinde sosyal, askeri veya siyasal birçok alanda yeni çatışmaların yaşanabileceğini ön görmektedir. Diğer bir ifadeyle ulus devlet anlayışıyla inşa edilen bu kurumsal zihniyet, dinin toplumlar için “tehlikesinin” farkındadır. Dinin kamusal alanda güçlenme ihtimali Avrupa düşünce sisteminde yakinen hissedilmekte ve tarihsel deneyimler de bunu doğrular niteliktedir. Dolayısıyla dinin gündelik yaşamdan uzaklaştırılması, Avrupa için yalnızca ideolojik bir tercih değil, aynı zamanda tarihsel koşullar çerçevesinde bilinçli bir ahlaki ve kültürel bozgunculuk hali olarak görülebilir. Bu koşullar Avrupa’nın kendi içinde bir nevi “zorunluluk” hali olmakta, bu durum Batı merkezli elit kesimler tarafından daha da pekiştirilmektedir.
Batı’yı her yönüyle kutsayan ve “Buyurgan Mütekebbir Entelijansiya” olarak adlandırılabilecek kesimler hem kamusal hem de özel alanlarda dinin zayıflatılmasını otoriter biçimde dayatmakta; bunu özgürlük ve medeniyet olarak sunmaktadır. Böylece Batı’nın tarihsel şartlarından doğan bu süreç, bize evrensel bir kurtuluş reçetesiymiş gibi takdim edilmiştir. Oysa İslam ve Batı medeniyeti hakkında hiçbir zaman belli olgular ve unsurlar çerçevesinde adil bir zeminde analiz ve karşılaştırma yapma imkânı oluşturulmamıştır. Aksine Batı’nın baskıcı tutumu ve bu tartışmalardaki buyurgan tavrı İslam’ın değerlerini basitleştirmektedir. Bununla birlikte bu anlayış İslam toplumlarını kötüleyerek Batı’yı tarihsel emperyalist bağlarından bağımsız bir konumda yüceltmektedir.
Devam eden süreçte yaygın bir zeminde tartışılmayan Batılı kavramlar ve ekseninde şekillenen yaşam biçimi, İslam toplumlarına dayatıldı. Bununla birlikte toplumsal girdaplar neticesinde ortaya çıkan sosyal sorunlara, çoğunlukla seküler kaygılar çerçevesinde çözümler üretildi. Ancak bizim anlayışımızda İslam bu sosyal sorunların sebebi değil çözümüdür. Geliştirdiği çözüm önerileriyle ise de huzurlu bir hayat nizamı sunmaktadır. Bu nizamın göz ardı edilmesi, seküler anlayışların Müslüman toplumlara nasıl sızdığını göstermektedir. Peki, nasıl oldu da kendi toplumsal sorunları çözememiş bu emperyal ülkeler, Müslüman toplumların algılama........
© Haksöz
