"Saçmanın Alimi" veya "Kaleci ile Boksör"ün düellosu
Yirminci asrın en önemli entelektüellerinden, felsefi fikirlerini daha çok roman yoluyla dillendirmiş; “saçma”, “başkaldırı”, “yabancılaşma” “Sisifos’un mutluluğu” gibi kavramları felsefeye kazandırmış, bu kavramlardan yola çıkarak “Yabancı”, “Veba”, “Düşüş” gibi çok önemli romanlar yazmış Cezayir asıllı Fransız romancı Albert Camus, İkinci Cihan Harbi’nden hemen sonra yazdığı bir denemesinde; 18. yüzyılı “Matematik Çağı”, 19. yüzyılı “Fizik Çağı”, 20. yüzyılı ise “Korku Çağı” olarak adlandırmıştı. Alim çok genç yaşta “saçma” bir trafik kazasında ölmeyip 21. yüzyılı görmüş olsaydı eğer, eminim Perulu Maria Vargas Llosa’dan önce davranır, yaşadığımız çağ olan 21. asrı da “İntihar Teröristleri Çağı” olarak nitelendirirdi.
Onun yaşadığı yüzyıl “korku çağı”ydı çünkü dünyanın gördüğü en kanlı asır olan bu asırda insanlar (“belirli inanç sahipleri hariç”) “hem Tanrı’ya hem de akla olan inançlarını” yitirmiş, hiçbir “kesinliğe güvenemez” hale gelmiş, büyük bir bölümü artık bir “geleceklerinin bulunmayışına” kanaat getirmiş, hiç kimse birbiriyle doğru düzgün konuşmuyor, aralarına örülen “aşılmaz duvarların” önünde “köpekçe” bir hayata razı, baştan ayağa “korkuya” kesilmiş bir halde yaşıyorlardı.
O, kendi çağında yaşayan insanın bu “ıstırabını” kendine dert edinmişti. Bu derde müdahale için kendini yetersiz görüyordu ama olup bitenlere gözünü kapatmak da olmazdı. Dünyanın her tarafında süren işkenceler, kitlesel sürgünler, bilimsel yöntemlerle insan öldürmeler, ırk ayrımı, her yerde kurulmuş olan “halk mahkemelerinin” sapır sapır insan kurşuna dizmeleri onun vicdanını derinden yaralıyordu. Daha korkunç olanı, tek başına bu olaylar değildi; bütün bu olup bitenlerin bazılarının mutluluğu için yapıldığını savunan ideolojilerin her yerde egemen olması ona göre en korkunç olanıydı.
Alim öldükten sonra her şey düzeleceğine daha da kötüye gitti. Aynı asırda yaşanan iki cihan savaşıyla birbirinin kanına ekmek doğrayan insanların arasından çıkmış bazı fanatikler; bu kez onun yaşamadığı yeni asırda, yirmi birinci yüzyılda, o zamana kadar patlattıkları bombalar yeterince kıyıma yol açmamış gibi bedenlerini bomba haline getirip kalabalıklara daldılar. Bu “canlı bombalar” bazen “dini kisve” altında, çokça da “özgürlük savaşçıları” olarak tezahür ettiler. Üzerlerine bağladıkları tahrip gücü yüksek patlayıcılarla camilere, kiliselere, havralara, şehirlerin kalabalık meydanlarına, alışveriş merkezlerine, plajlara, otobüs duraklarına, askeri kışlalara, üretim tesislere, polis noktalarına, konsolosluk binalarına, belediye otobüslerine dalan “intihar teröristleri” yeni asrın en belirgin “alamet-i farikası” olup çıktılar. Bu korkunç eylemleri yapanlar “lanetlenecek” yerde, onlara o görevi veren şefleri, eylemlerini haklı gören fanatik taraftarları tarafından kısa sürede “şehit” ilan edilmekle kalmadılar, arkalarından destanlar, şiirler yazıp, türküler, şarkılar söyleyip, isimlerini yeni doğan çocuklarında yaşatma yoluna gittiler.
Yirmi Birinci Asır; “intihar teröristlerinin” kendi kirli kanlarını masumların kanına karıştırarak hepimizin üzerine sıçrata sıçrata geldi. Masum sivillerin “tabutları üzerinde zar atmaya” devam ediyorlar hâlâ. Şair de biliyor ya, yine de onun kelimeleriyle yazıyorum buraya: Bu yeni asırda, “Acılar çekebilecek yaşa gelince” hiçbir çocuk, “acıyla uğraşacak yerlerini yok” edemiyor artık ne yazık ki.
Kendisi de bir Cezayirli olan, Fransızlara karşı süren Cezayir bağımsızlık savaşında, savaşçıların “kural tanımazlığı” karşısında, başkalarının ölümüyle gelecek “özgür bir hayatı” istemediğini söyleyerek sürüden ayrıldı Albert Camus. Bütün dünyada, herkesin Cezayir’in bağımsızlığı için, sivil alanlara da bomba koyan savaşçıları desteklediği bir dönemde Camus; “…insanın güttüğü amaca her şeyi feda etmesi gerektiğine inanmam. Kimi yollar var ki bağışlanamaz, onlara başvurmak adalet değildir. Adaleti seve seve yurdumu sevmek isterim. Yurdum için herhangi bir büyüklüğü, hele kana ve yalana dayanan bir büyüklüğü istemem. Adaleti yaşatarak memleketimi yaşatmak isterim,” dedi. Buna benzer fikirleri savunduğu bir dönemde Nobel Edebiyat Ödülünü kazandı. 10 Aralık 1957’de, Stockholm’de düzenlenen ödül töreni sırasında yaptığı konuşmada, İkinci Cihan Harbi’nden sonra ortaya çıkan duruma değinerek şunları söyledi:
“Her nesil kuşkusuz ki kendini Dünya’yı yeniden inşa etmeye adadığını zanneder. Benim neslim onu yeniden inşa etmeyeceğini biliyor. Ancak vazifesi belki de daha büyük; Dünya’nın bozulmasını engellemekten ibaret.”
Törenden sonra Stockholm’de düzenlediği basın toplantısında Cezayirli bir talebe, Cezayir’de savaşçıların sağa sola bomba yerleştirmelerinin meşruiyetinden bahsedince Camus, kendini haklı sanan bu öfkeli gence şu cevabı verdi:
“Sözünü ettiğin savaşçılar şimdi Cezayir’de toplu ulaşımı sağlayan tramvaylara bomba yerleştiriyorlar. Annem o tramvaylardan birinde olabilir. Eğer bu adaletse, ben annemi tercih ederim.”
Bu fikrine yakın duran çok az kişi vardı etrafında. En yakın arkadaşlarından birisi büyük filozof Sartre’dı. Burjuva bir aileden gelen, Marksizm’in yerine Varolçuluğu koymuş (Marksistlere göre, Sartre'ın varoluşçuluğu insanları umutsuzluğa, durgunluğa ve mistisizme sürüklediği gibi, bu dünyada eyleme yer bırakmayan bir burjuva felsefesiydi) ama radikal sola daha yakın duran Sartre da onun bu fikrine katılmıyordu. Aralarında başlayan tartışma, fikir dünyasında yirminci asrın en meşhur entelektüel kopuşunu ifade eder. Sartre 1.55 boyuyla gençliğinde boyunu uzatmak için spora merak salmış, daha sonra da bir ara boksörlük yapmıştı.........© Habertürk





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Mark Travers Ph.d
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon