Dünya Yaşlanıyor, Sinema Yaşlılara ve Geleceğimize Bakıyor.
Yaşlılık, insan ömrünün son durağı olmanın ötesinde, toplumların vicdanını ve sorumluluk bilincini sınayan bir eşiktir. Artan ömür beklentisiyle birlikte dünyanın her köşesinde giderek büyüyen bir yaşlı nüfusa şahitlik ediyoruz ve hepimiz yaşlanıyoruz. Birleşmiş Milletler verilerine göre bugün dünya nüfusunun yaklaşık ’u 65 yaş ve üzerinde, 2050’de bu oranın ’ya çıkacağı öngörülüyor. Ortalama yaşam süresi ise 1950’lerde yaklaşık 48 yıl iken, günümüzde 73 yılı aşmış durumda. Bu demografik dönüşüm, yalnızca bireylerin değil, ailelerin, toplumların ve devletlerin omuzlarına yeni yükler bırakıyor. Kimin bakacağı, nasıl bakacağı ve hangi kaynaklarla bakacağı sorusu, her geçen gün daha yakıcı hale geliyor. Değişen insan ve üretim ilişkileri, içinde yaşadığımız düzen yaşlılarımıza gerekli özeni göstermemizin önündeki en büyük engeller olarak görünür hale geliyor. Bu yolla yaşam biçimlerimizi sorgulamak ve bu işin doğrusunun ne olduğunu sormak da bize kalıyor.
Dünya yaşlandıkça bu konu sinemanın da ilgi alanında kendine daha çok yer bulmaya başladı. Yalnızlık, hatırlamanın ve unutmanın sancıları, kuşaklar arası çatışmalar ve sevgiyle sorumluluk arasındaki kırılgan denge, artık filmlerin merkezinde yer alıyor. Eskiden yan rollerde kalan yaşlı karakterler, bugün hikâyeleri sürükleyen, onların dünyasına baktığımız ve merak ettiğimiz baş kahramanlar hâline geldi. Sinemada yaşlık deyince artık klasikleşen Ozu’nun Tokyo Story (1953)’sinde yaşlı çiftin çocuklarının evlerine sığamayışı, Bergman’ın Wild Strawberries (1957) filmindeki profesörün düşsel yolculuğu, Bruce Beresford imzalı Driving Miss Daisy (1989)deki ince dostluk ve Haneke’nin Amore (2012) filmindeki yıpratıcı bakım deneyimi, bu yolun farklı ama birbirini tamamlayan durakları olarak hafızalarımızda yerini aldı. Beri taraftan yaşlıları merkeze alan filmlere baktığımızda yaygın olarak demans ve alzheimer anlatısı karşımıza çıkıyor. Oysa yaşlılıkta yaşanan tek sorun elbette unutmak değil. Bu anlamda bir çeşitlenmeye de ihtiyaç olduğu açık.
Bu seçki, özellikle son yıllarda çekilen filmler yoluyla izleyiciyi yalnızca yaşlılığın duygusal evrenine değil, aynı zamanda onun sosyopolitik bağlamına da davet ediyor. Çünkü bu filmler, bize şunu hatırlatıyor: Yaşlılık, sadece bireysel bir kader değil, hepimizi bekleyen ortak gelecektir.
Iris (Yön. Richard Eyre, 2001)
Film, ünlü İngiliz yazar ve filozof Iris Murdoch’un hayatının son dönemini konu alır. Alzheimer hastalığıyla mücadele eden Iris’in hikâyesi, gençlik yıllarına yapılan geri dönüşlerle iç içe ilerler. Yanında her daim onu seven ve destekleyen eşi John Bayley, Iris’in zihninin adım adım karanlığa gömülüşünü acı ve sevgi dolu bir tanıklıkla izler. Film, hafıza kaybının hem bireysel hem de ilişkisel boyutlarını, günlük yaşamın küçük ritüelleri ve paylaşımları üzerinden gösterir.
Iris, yalnızca bir biyografi değil, aynı zamanda sevgi, sadakat ve yaşlılıkta bakımın sınırlarını sorgulayan derin bir dramdır. Dench ve Broadbent’in güçlü performansları, yaşlılığın getirdiği kayıpları ve birlikte yaşamanın sorumluluklarını çarpıcı şekilde gözler önüne serer. Film, entelektüel üretkenliğiyle bilinen bir kadının belleğini kaybetmesini, bireysel bir trajediden öte toplumsal bir kırılganlık olarak da sunar. Anlatım biçimi ve kurgusu, geçmiş ve şimdiki zaman arasında geçişler yaparak izleyiciyi karakterlerin içsel dünyasına dahil eder; böylece Alzheimer’ın yalnızca hafıza kaybı değil, aynı zamanda ilişkileri dönüştüren ve bakımın anlamını yeniden tanımlayan bir süreç olduğunu gösterir.
The Barbarian Invasions (Yön. Denys Arcand, 2003)
Olaylar ölümcül bir hastalığa yakalanmış tarih profesörü Rémy etrafında şekillenir. Uzun süredir görüşmediği oğlu Sébastien, babasının yanına dönerek son günlerinde onun yanında olur. Sébastien, babasının eski arkadaşlarını bir araya getirir ve böylece Rémy’nin geçmişi, dostlukları, pişmanlıkları ve aile ilişkileriyle örülü bir veda süreci başlar. Film, sadece bir hastalık öyküsü değil; kuşaklar arası çatışmalar, modern yaşamın birey üzerindeki etkileri ve ölümün getirdiği hesaplaşmaları da işler.
Denys Arcand, filmi hem dramatik hem de ironik bir tonla kurgular. Rémy’nin entelektüel kibri ile oğlunun pragmatik ve neoliberal bakışı arasındaki gerilim, yalnızca bir baba-oğul ilişkisini değil, aynı zamanda Batı toplumlarının değişen değerlerini de yansıtır. Film, yaşlılık ve bakım temalarını kuşak çatışmaları, dostluk ve aile bağları çerçevesinde işler. Rémy’nin son günleri, yaşamın kırılganlığı ve ölümün kaçınılmazlığı üzerine evrensel bir sorgulama sunar. The Barbarian Invasions, hem hüzünlü hem de düşündürücü anlatımıyla yaşlılıkta bakımın ve aile içi sorumlulukların çok katmanlı doğasını çarpıcı bir şekilde ortaya koyar; modern sinemada yaşlılık temalı yapımlar arasında kült bir örnek olarak kabul edilir.
Away from Her (Yön. Sarah Polley, 2006)
Grant ve Fiona, kırk yılı aşkın bir evliliğin ardından, hayatlarının son dönemlerinde birlikte olmayı ummaktadır. Ancak Fiona’ya Alzheimer teşhisi konur ve kendi isteğiyle bir bakım evine yerleşir. Grant, her gün onu ziyaret ederken, Fiona’nın hafızasının yavaş yavaş silindiğini, eski anıların yerini yeni ve yabancı bağların aldığını görür. Fiona’nın yeni bir hastayla geliştirdiği bağ, Grant’in sadakat, aşk ve kayıp kavramlarıyla yüzleşmesini zorlaştırır. Film, bu çiftin gündelik ritüelleri ve küçük etkileşimleri üzerinden, Alzheimer’ın hem bireysel hem de ilişki boyutlarını dokunaklı bir şekilde ortaya koyar.
Sarah Polley’nin ilk uzun metraj yönetmenliği olan Away from Her, anlatım biçimi ve kurgusuyla öne çıkar. Hikâye, geçmiş ve şimdiki zaman arasında sürekli bir geçişle, çiftin anılarını ve duygusal dalgalanmalarını yansıtır. Görsel ve duygusal geri dönüşler, izleyiciyi hem karakterlerin iç dünyasına hem de ilişkilerindeki kırılganlığa çeker. Film, melodrama düşmeden, sakin ve dikkatli bir ritimle yaşlılık, bakım ve bellek kaybının duygusal ağırlığını gösterir Away from Her, yaşlılık ve bakım........
© Film Hafızası
