Neden planlama? — 2
Geçen haftaki yazıda büyük şirketlerin lojistikten üretime, pazarlamadan fiyatlamaya kadar her alanı büyük bir titizlikle planladığını, planlamanın aslında kapitalist üretim tarzının ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulamıştım. Kapitalist işletmelerin yaptığı planlama doğası gereği, kâr, pazar payı ve büyüme hedeflerine odaklanır. Buna karşın kamu eliyle yapılacak planlama, eğer sermaye gruplarının değil, toplumun geniş çoğunluğunun ihtiyaç ve taleplerini esas alırsa, kamucu, eşitlikçi ve demokratik bir işlev kazanabilir.
20. yüzyılın tarihi ister Sovyet tipi sosyalist deneyimlerde ister Türkiye ve benzeri ülkelerdeki kapitalist kalkınma planlarında olsun, planlamanın üretim artışı, sanayileşme ve yapısal dönüşüm açısından ne denli etkili bir araç olduğunu gösteriyor. Ancak bu deneyimler aynı zamanda, planlamanın sınırlarına ve demokratik katılım mekanizmaları olmadığında ortaya çıkabilecek sorunlara da işaret ediyor. O yüzden, planlamayı soyut bir biçimde savunmaktan ziyade; neyin, nasıl ve kim tarafından planlanacağını tartışmak gerekiyor.
Örneğin, Türkiye ekonomisinin en temel yapısal sorunlarından biri döviz açığıdır. Bu sorunun yüksek faizlerle ya da kamusal varlıklarının satılmasıyla çözülmeye çalışıldığı her örnek, ekonomiyi daha kırılgan ve bağımlı bir noktaya sürüklemiştir. Oysa dış açık sorununun çözümü, belirli alanlarda üretim kapasitesinin artırılması ve ithalata bağımlılığın azaltılmasıyla mümkündür. Bu da ancak üretken kamu yatırımlarını, dış ticaret politikalarını ve istihdam hedeflerini eşgüdüm içinde ele alan orta ve uzun vadeli bir planla gerçekleşebilir.
Ekonomi büyürken geniş toplum kesimlerinin yoksullaştığı, temel ihtiyaçlara erişimin giderek zorlaştığı bir tabloyla karşı karşıyayız. Örneğin, bugün hâlâ bir barınma krizi yaşanıyorsa, bu yalnızca piyasaların işleyişinin değil, aynı zamanda plansızlığın bir sonucudur. Ekonominin yıllarca inşaata dayalı büyümesine ve ülkenin betona gömülmemiş yeri kalmamasına rağmen bu........
© Evrensel
