ÖRFÜN GÜCÜ ETKİSİNDE GİZLİ
Kanunlar örfün yazılıp resmileşmiş şeklidir. Kelimenin tam anlamıyla binlerce seneden anane hale gelmiş kültürel birikimin adıdır örf. İşte bu tanımdan hareketle örfün mantığı tarihi kodlarındaki kültürel birikimiyle özdeştir diyebiliriz pekâlâ. Bu yüzden insanlık her devirde geçirdiği hayat birikimini örf haline dönüştürüp bugünlere taşımıştır hep. Malum taşınan her kültürel birikim kanunların temelini teşkil etmiştir. Şayet bugün kanun, hukuk ve hürriyetten söz ediyorsak bunu büyük ölçüde örfe borçluyuz. Zira örf toplumun kültürel canlı hafıza birikimidir. Nitekim öyle toplumlar vardır ki; yazılmış metin ve kanunları olmasa da sırf hafızalarında canlı tuttuğu örfle idare edilebiliyorlar. Örnek mi? İşte İngilizler bunun en bariz örneğini teşkil edip bir bakıyorsun İngiliz hanedanı bile örfe tabii olarak konumunu muhafaza etmekte. Öyle ki Prenses Margaret'in boşanıp başka biriyle evlenmeye kalkışması örf karşıtı bir tavır olarak değerlendirildiğinden İngiltere rahibinin tepkisini almıştır. Derken prensesin örf ve adetlere uyması noktasında dikkati çekilmiştir. Dolayısıyla İngiltere’de örf gereği Kraliçe kızı istediği herhangi bir erkekle izdivaç kuramaz, şayet söz konusu oğluysa o da istediği kızla evlenemez. Belli ki örf sayesinde hanedanın devamı sağlanmaktadır. Oldu ya, hanedana isnat edilecek en ufak bir şaibe İngiltere toplumunun hop oturup hop kalkmasına neden olabiliyor. Anlaşılan örfün gücü tarihi ve sosyolojik etkisinde gizli.
Peki ya Fransa! Malumunuz bu ülkede krallığı devirmek örf hale gelmiştir. Dahası Rönesans böylesi bir örfün oluşmasında ilk nüve olarak yer etmiştir. Tabii bu ilk nüvenin yerleşimi hiçte kolay olmadı. Düşünsenize şatoların yıkılması ve kilise sultasının sükûnet bulması belli bir tarihi süreçlerin süzgecinden geçen bir takım sıkıntıların birikiminin neticesinde vuku bulmuş Rönesans oluşumudur bu. Şimdi tam da tüm bu örnekleri önümüze koyup örfün gücünü düşünmek zamanıdır. Öyle ya, madem Batı kanunlarının temelinde tarihi sosyolojik hadiselerin birikimiyle yoğrularak yerleşik hale gelen örf gerçeği var, o halde bizim ülkemizde de neden örf ve adetlerimiz baş tacı edilmesin ki. Maalesef yürürlükte olan kanun ve mevzuatlara baktığımızda kendi bahçemizde bize ait örfümüzden herhangi bir iz ve emare bulamazken, kopya ettiğimiz bize yabancı batı kaynaklı örfün izleri bahçemizde tamtakır yeşertilmiş durumda. Nitekim Osmanlı Hanedanının sürgün edilip varlığını yitirmesi bu durumu teyit ediyor. Hele ki son tahlilde ortaya çıkan manzarada yürürlüğe konulan kanunlar Fransız Krallığını deviren örfün ortaya koyduğu kanunlar olunca da bir takım batı hayranı mankurtlardan ülke yararına herhangi bir şey beklemek boşa umut bağlamak olurdu zaten. Sonuçta bu kanunları çıkaranlar batıya göbekten bağlıydılar. Onlar batıyı taklit ettikçe Osmanlı’nın da lüzumu o nispette azalış kaydetmiştir.
Şu bir gerçek 19. yüzyıl İslam dünyası için kapkara bir dönemdir. Öyle ki bu asırda yerli kültür ve hukuk sükûnet bulup yerini İngiliz ve Fransız örfünün egemen olduğu sömürge düzeni almıştır. Hele İslam âlemi sömürgeleştirilmeye bir görsün, bir bakıyorsun Batı kanunlarının ilk tatbikini İngilizlerin Hindistan’ı işgalinde bunu pekâlâ görebiliyoruz. Zaten bu ilk uygulama dalga dalga büyümeye yüz tuttuğunda adeta Müslümanların üzerine kâbus gibi çöküp ilerisinde Orta Doğu kanayan yara hale gelecektir. Bizde ise malum 1850 tarihli ticaret kanunu ve 1858 tarihli Osmanlı Ceza kanunname-i Hümayunu’nun çıkmasıyla birlikte birçok bunalıma kapı aralanmıştır. Derken Mecellenin hükmü zaman içinde eriyip yürürlükten kaldırılmış olur. Oysa Mecelle mükemmel bir kanun külliyatıydı. Hatta bugün bile........
© Enpolitik
