İNANÇ TURİZMİ Mİ YOKSA MİSYONERLİK Mİ?
Ömür biter ama yol bitmez derler ya hep, sanki bu söz seyahat tarihine yön veren tüccarlar, seyyahlar, misyonerler ve turistler için söylenmiş gibi gözüküyor. Öyle ya, tüccar ekmek parası uğruna uzak diyarlara revan olmuş, seyyahlar bilgilenmek için yol kat etmişlerdir. Misyonerler de malum inançlarını uzak diyarlara yaymak için yola koyulmuşlardır.
Ticari seyyah
Hz. Hatice validemiz iki kez evlenmiş, ama her iki eşinden de dul kalmıştı. Evlenme yönünden talihi bir türlü yaver gitmiyordu, neyse ki ticarette talihi biranda yaver gidecektir. Nasıl mı? Malum olduğu üzere yılda bir kez Mekke’den uzak diyarlara ticari seferler düzenlenirdi. Heryıl olduğu gibi bu defada Hatice annemiz yola çıkacak ticari kervana kafile reisi için ön araştırmaya koyulur, bu seferki araştırma sonuçlarından en uygun isim olarak kendisine Ebu Talib’in yeğeni Muhammed (s.a.v) önerilir. Tabii bu arada kafile yola çıkmadan Hatice annemiz kölesi Meysere’ye yol boyunca not tutmasını, dönüşte ise olan biteni kendisine rapor olarak sunmasını sıkı sıkıya tenbihler. Meysere ilk izlenimlerinden memnundur. Hem nasıl memnun kalmasın ki; daha önce hiçbir kafile reisinden görmediği ilgi alakayı daha çiçeği burnunda genç yaşta kafile reisi Hz. Muhammed (s.a.v)’den görür. Şöyle ki; kendisini köle ayırımına tabii tutmadan sofrasına davet etmesine hayretine mucip olup, böylece Server-i Kâinat Efendimizle yemek yemenin şerefine nail olur. Keza Meysere, yine yol boyunca bulutun O’nu takip ettiğini, ayağı aksayan bir devenin ayaklarını mübarek elleriyle sıvazladığında biranda harekete geçtiğini ve ticari malların satımında fahiş fiyata kaçmadan ticari ahlak çerçevesinde ürünleri pazarlayıp büyük ölçüde kazançlar elde ettiğine şahit olur. Dönüşte gözlemlerini Hatice annemize bir rapor halinde sunduğunda bir anda annemizin içi sevinç bürür. Belli ki; bu sıradan bir ticari seyahat değildi, bilakis yüce makamlardan murad edilmiş Resul-i Ekrem Efendimizin Hatice validemizle evlenmesine vesile olacak bir seyahatti bu. Derken Hatice annemizin Peygamberimizle evlenip yuva kurmasıyla birlikte ticari hayatta da talihli konuma yükselir.
Yalnız yaşayıp yalnız ölen Seyyah
Sahabeden Ebuzer el Gıfari (r.a), insanların dünya malına daldıklarına kanaat getirerek yollara düşer. Bir gün bir köşede otururken ondaki ince ruhlu tabiatını sezen Resulullah (s.a.v) şöyle der: “O yalnız yaşar ve yanlız ölür.” Gerçekten de Ebuzer el Gıfari (r.a), Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın vefatından sonra Şam’a hicret ettiğinde Hz. Osman (r.a)’ın halifeliğine kadar orada mesken tutacaktır. Ancak züht ve takvada aşırıya kaçtığı için bir günlük nafakadan fazla mal biriktirmezdi. Üstelik herkesin de kendisi gibi olmasını isteyecektir. Tabii bu isteği karşılık bulmaz. Öyle ki; zenginler onun bu tavrından dolayı Şam valisine şikâyet edeceklerdir. Bunun üzerine Medine’ye gönderilir. Medine’ye varınca o günkü şartlarda kendince göz kamaştırıcı bulduğu yüksekçe binalar gözüne iliştiğinde yine için içini yiyip huzursuz olacaktır. En nihayetinde dayanamayıp derhal soluğu Osman (r.a)’ın yanında alıp huzurda şöyle der:
-Ey Osman! Zenginler ellerindekini dağıtmadıkça burada benim kalmama imkân ve mahal yoktur.
Bunun üzerine Hz. Osman (r.a) halifelik sorumluluğu ile cevaben şöyle der;
-Ben ancak Allah’ın verdiği ölçülerle hareket etmek zorundayım.
Tabii bu sözlerden Ebuzer el Gıfari (r.a) ikna olmayınca Halife Osman (r.a)’da civar köylere gitmesini tavsiye eder. Zaten öyle de olur, derken tekrar yollara revan olur.
Ebuzer el Gıfari’nin son demleriydi artık, bir ara kızına;
-Ey Evladım! Dışarı çık bakalım gelen var mı?
Kızı etrafa baktığında;
-Üç beş kişi var der.
Bunun üzerine Ebuzer el Gıfari (r.a);
-Beni kıbleye çevir der ve ruhunu oracıkta teslim eder. Gelenlerden Abdullah b. Mesut onu ruhunu teslim etmiş halde görünce, bir zamanlar Resulullah (s.a.v)’den işittiği şu hadis-i şerifi arkadaşlarına şöyle nakleder:
-Ebuzer yalnız yaşar, yalnız ölür, yalnız haşr olunur.
İşte zikredilen bu hadis-i şerif aynı zamanda Ebuzer El Gıfari (r.a)’ın yalnız başına hicret hayatı yaşayan seyyah olduğunun bariz bir göstergesidir.
Evet, yukarıda verilen örneklerden hareketle şunu diyebiliriz ki seyahat deyip es geçmemek gerekir. Hem nasıl es geçebiliriz ki, bir kere her şeyden önce tarihte yaşanan her medeniyet bir göçün ardından doğmuştur. Nitekim Mekke’den Medine’ye göçün ardından İslam’ın medeniyet olarak bir güneş misali tüm dünyayı aydınlattığını müşahede ettiğimizde bu durumu şimdi daha iyi anlıyoruz elbet. Hakeza Türkler Orta Asya steplerinden göç edip Anadolu’yu yurt edindikten sonra İlay-ı Kelimatullah davası uğruna Viyana kapılarına kadar yayılabilmişlerdir. Sadece yayılmak mı, bunun yanı sıra medeniyet hamlesi de gerçekleştirmişlerdir. Yine tarihe şöyle bir bakıyorsun:
-Kendi tarihimizin bilge yüz aklarından dünyanın en uzun mesafe kat eden unvanıyla adından söz ettiren İbn-i Batuta, ömrü boyunca dağ, taş,........
© Enpolitik
