Kurmaca bir Otobiyografi olarak Roman: David Copperfield
David Copperfield, Charles Dickens’ın romanları arasında kişisel ögelerin ağırlığıyla ve kahramanının kurmaca otobiyografisinin yazarın yaşam öyküsüyle örtüşmesiyle ayrı bir yerde durur. Dickens’ın yakın dostu ve –ilk Dickens biyografilerinden birini (The Life of Charles Dickens) yazmış olan– John Forster, yazarın 1848-49 yıllarında bir otobiyografi kaleme alma niyetinde olduğunu, ama nedense bundan vazgeçip David Copperfield’i yazmaya başladığını belirtir. Herhalde kendinden çok şey kattığı için Dickens, 1867 basımına yazdığı önsözde bu romanı “en sevdiği çocuğu” olarak anmıştır.
Romanın unutulmaz karakterlerinden, borç batağında kıvranmasına rağmen iyimserliğinden ödün vermeyen sevimli müflis Micawber, Dickens’ın babası John Dickens’la pek çok ortak özellik taşır. Tıpkı John Dickens gibi o da borçlarından ötürü borçlular hapishanesine (King’s Bench) düşer; ailesi büyük zorluklar yaşar. Ama Micawber, neşesinden, hayat karşısındaki mizahi duruşundan ve umudundan hiçbir şey yitirmez; etrafındakileri sürekli güldürür, kendi sıkıntılarını hafifletmek için mizahı bir kalkan gibi kullanır. David’in genç yaşta yaptığı ilk evlilik, yazarın gençlik aşkı Maria Beadnell’a açık bir göndermedir: Dora, Dickens’ın ilk başta idealleştirdiği, büyüdükçe ve olgunlaştıkça gitgide uzaklaştığı bu ilk aşkın bir silueti gibidir. (Aynı Maria Beadnell, Little Dorrit’te bu kez Flora Finching karakterine ilham vermiştir.) David’in nihai eşi Agnes ise yazarın baldızı Georgina Hogarth’tan izler taşır; Georgina, Dickens ile eşi Catherine ayrıldıktan sonra dahi, yazarın en yakın sırdaşı ve dert ortağı olmayı sürdürmüştür. Romanda Agnes ile David arasındaki ilişki de aynı şekilde karşılıklı güvene, içten bir ruh ortaklığına dayanır. David Copperfield’in çocukluğu, –üvey evlatlık deneyimi dışında– Dickens’ın kendi çocukluğuyla büyük ölçüde örtüşür: O da küçük yaşlarda ağır koşullarda çalışmak zorunda kalır; alt sınıflardan insanlarla iç içe yaşar; Dickens gibi Tobias Smollett okur, tiyatroya ilgi duyar, bir dönem parlamento muhabirliği yapar ve nihayetinde ünlü bir yazar olur. Tıpkı Dickens’ın 1840’lardaki Avrupa seyahatleri gibi, David de karısı Dora’nın ölümünden sonra bir süreliğine İsviçre’de inzivaya çekilir. Romanın otobiyografik boyutunu belirginleştiren bir diğer unsur, Dickens’ın bu romanda ilk kez birinci şahıs anlatıcıyı kullanmasıdır. Bu anlatım biçimi, hem kurmaca ile yaşanmışlık arasındaki mesafeyi kısaltır hem de okuru anlatıcıyla daha doğrudan özdeşleşmeye çağırır. Dickens’ın bütün külliyatında bu anlatım biçimine yalnızca iki romanda daha rastlanır: Bleak House (Kasvetli Ev) ve Great Expectations (Büyük Umutlar).
***
David Copperfield, Viktorya Çağı’nın belli başlı dört-beş bildungsroman’ından biridir; türün önde gelen diğer örnekleri arasında Brontë kardeşlerin Jane Eyre ile Wuthering Heights’ı (Uğultulu Tepeler) ve George Eliot’ın The Mill on the Floss’u sayılabilir. Oliver Twist’te zaman içinde donmuş, yarım kalmış bir bildungs hikâyesi anlatan Dickens –zira Oliver roman boyunca çocuk kalır, ergenliğe geçip geçmediği dahi tartışmalıdır– David Copperfield’da kahramanının hikâyesini doğum anından, hatta doğumdan bir adım öncesinden başlatır; onu çocukluktan gençliğe, oradan yetişkinliğe ve olgunluğa uzanan uzun bir yoldan geçirir. Romanın sonunda David’i evli, üç çocuklu bir yazar ve aile reisi olarak görürüz; bu, Viktorya çağının muhafazakâr mutluluk idealini tamamlayan bir tablo gibidir.
Bu bildungs hikâyesi, Kasvetli Ev’de, Müşterek Dostumuz’da ya da Zor Zamanlar’da olduğu gibi geniş bir toplumsal manzaraya yayılmaz. Çağın kurumları, sosyal arkaplanı –mahkemeler, avukatlar, özellikle Fleet ve Holborn çevresinde kümelenmiş hukuk erbabı– yine görülse de, odak çok daha kişisel bir hikâyeye yönelmiştir. David’in çocukluğundaki kişisel deneyimleri; annesi, dadısı ve zorba üvey babasıyla olan ilişkileri; taşra kilisesine gelip giden yerel figürlerle kurduğu bağlar; Ham gibi denizci karakterlerle vakit geçirdiği “tekne-ev”; yatılı okul günleri; Londra’da bir şişe etiketleme atölyesinde çalışması; Betsey Hala’yı bulmak üzere tek başına yollara düşüşü ve sokaklarda geçirdiği günler üç yüz küsur sayfalık hacmiyle romanın en çarpıcı bölümünü oluşturur. Dickens, çocuk figürüne yalnızca masumiyetin ya da toplumsal eleştirinin bir aracı olarak değil, başlı başına derinlikli ve dönüşüme açık bir varlık olarak yaklaşan ilk İngiliz romancılardandır. Kimsesiz, korunmasız ya da yersiz yurtsuz çocuklar ve kendi başına anlamı olan bir deneyim olarak çocukluk, İngiliz romanına gerçek anlamda Dickens’la birlikte girmiştir. Bu açıdan David Copperfield’ın çocukluk bölümleri, 19. yüzyıl İngiliz nesrinin en parlak örnekleri arasında yer alır.
David Copperfield, çevresindeki koşullara uysalca boyun eğmek yerine onlara direnerek, zamanla bu koşulları dönüştüren bir çocuktur. Türlü eziyetlere maruz kaldığı Murdstone ailesine, öğrencilerine otoriter ve cezacı bir pedagojiyi dayatan yatılı okul müdürüne, zorla çalıştırıldığı atölyenin amirine –hoşnutsuzluğunu açıkça belli ederek– başkaldırır ve her defasında karşılaştığı badireleri atlatmayı başarır. Dickens’ın çocuk karakterleri, verili düzen tarafından ezildiklerinde, çoğu kez bu düzenin dışına çıkmaya, toplumsal normların ötesinde bir hayat sürmeye yönelirler. Oliver Twist’in Fagin’in hırsızlık çetesine katılması, Büyük Umutlar’da Pip’in bir kaçak mahkûmun sağladığı maddi destekle hayata tutunması, David Copperfield’in toplum dışına itilmiş bir kadın olan Martha ile kurduğu dayanışma, hep aynı örüntünün farklı tezahürleridir. Dickens’ın evreninde çocukluk, sınırları muğlak ve imkânlarla dolu bir geçiş evresidir. Hayatta kalabilmek için yasaları çiğnemek, çocuklar açısından meşru, hatta kaçınılmaz bir tercihtir.
Bununla birlikte Dickens çocuk kahramanlarını kendi kaderlerine terk etmeye razı olmaz. Her biri, romanın sonunda geleneksel bir mutlulukla –evlilik, sınıf atlama, mesleki başarı, aile kurma gibi– ödüllendirilir. David Copperfield’in hikâyesi de, bu bağlamda, bir yükselme ve toplumsal hareketlilik anlatısıdır. David romanın başında itilip kakılan, hor görülen bir çocukken, sonunda evli barklı, itibarlı ve maddi olarak güçlü bir yazardır. Dickens’ın anti-kahramanı Uriah Heep ise, aynı sosyal düzlemde yükselme umuduna tutunmuş olsa da, hırslı ve içten pazarlıklı oluşu nedeniyle sürekli aşağılanır, dışlanır ve grotesk biçimde betimlenir. Oysa David ile aynı “fırsat eşitliği” koşullarında hayata başlamıştır. Bu açıdan bakıldığında Uriah Heep’in hikâyesi, göründüğü kadar “sevimsiz” olmayabilir. Mütevazı bir dış görünüşün ardında riyakâr bir kişilik saklıyor olsa da, nihayetinde o da Dickens’ın dünyasında yoksullara, yetimlere, dışlanmışlara reva görülen hayat koşullarından sıyrılmak istemektedir.
Kapitalizmin borçlular hapishanesinde Dickens’ın babası, David Copperfield’in iyi niyetli ama beceriksiz Mr. Micawber’i ve Uriah Heep’in aynı çatı altında buluşması, ahlaki saflıkla toplumsal konum arasında kesin sınırlar bulunmadığını gösterir. İyilerle kötüler kolayca yer değiştirebilir. Bu bağlamda, Uriah Heep’in “tiksindiriciliği” görelidir; çünkü onunla David’in........
© Birikim
