İşçi sınıfına selam
15-16 Haziran direnişinin 55. yıldönümünde, sinema sanatının işçi sınıfının mücadelesine bakmakta yarar var. Sinemayı diğer sanat dallarında ayıran özelliklerin başında sermayeye bağımlılığı geliyor. Sinema endüstrisi bu sanatın varoluşu adına olmazsa olmaz bir gereklilik. Elbette diğer sanat dalları da, yaratıcı endüstriler bağlamında kapitalist üretim çarklarına bağımlı günümüzde. Ama bir romancı ya da görsel sanatçı endüstri olmadan da yapıtını var edebiliyor; tiyatrocular sokaklarda meydanlarda sanatlarını icra edebiliyor. Bunları söylememin nedeni, büyük stüdyoların, güçlü dağıtım ve gösterim ağlarının bir sanat yapıtının geleceğini belirleyebilme gücünü ellerinde tutması. Doğal olarak işçi sınıfının sorunlarına eğilen filmlerin sayısı da toplam üretim içinde çok küçük bir oranı oluşturuyor. Sinema sanatı kapitalist üretim süreçlerine mahkum olduğu sürece tam bir ifade özgürlüğünden söz etmek olanaklı değil, ama bu koşullara meydan okuyarak sözünü söyleyebilenler de var.
Elbette, bu mahkumiyetin olmadığı bir başka üretim biçiminden de söz etmeliyiz. Sosyalist sistemde üretim araçları devletin elinde olduğu için kapitalizmin kuralları geçersiz. Sovyetler Birliği’nde Devrim’in ilk yıllarında sinema sanatının önemi anlaşılmış ve önemli yapımlar gerçekleştirilmişti. İşçi sınıfının iktidarında doğal olarak emekçilerin sorunları ve devrimin coşkusu ana temaları oluşturuyordu. Sergei Eisenstein’ın (Ayzenştayn diye, okunduğu gibi yazanlar da var) başyapıtlarından “Grev”, “Potemkin Zırhlısı” (1925) ve “Ekim” (1928), Pudovkin’in “Ana” (1926), “Kaçak” (1928) ve “Toprak” (1930) filmleri beyazperdede işçi sınıfının mücadelesini yansıtan ilk yapımlar sayılabilir.
Dönemin güçlü sinematografilerinden Alman sineması nın ustalarından Fritz Lang’ın, toplumdaki sınıfları vurgulayan ve ‘kafa’ ile ‘eller’i buluşturan ütopist bir çözüm arzusunu dile getiren, ama başkaldırının risklerinin altını çizmekten geri durmayan “Metropolis”i (1927) kapitalist dünyada sınıf çatışmasını dile getiren ilk önemli filmdir. Bu kuşkucu yaklaşıma yanıt 1932yılında, gene Almanya’dan, iki Marksist sanatçı Bertolt Brecht ve Slatan Dudow’dan gelir: “Kuhle Wampe” (Dünyanın Sahibi Kim?) Fransız sinemasının ustalarından René Clair’in kapitalizmin ‘seri üretim’ sürecinin eleştirisini müzikal bir komedi biçiminde yapan “A nous la liberté”(Hürriyete Can Feda, 1931) filmi dönemin başyapıtlarından biridir ve hiç kuşkusuz Chaplin’e ilham kaynağı olmuştur.
Amerikan sinemasında ilk önemli toplumsal eleştiri, Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar”ıdır (1936). Chaplin, kapitalizmin çarkları arasında ezilen işçileri anlatır. Hollywood’da toplumsal sorunları dile getirmek pek kabul görmese de, büyük ilgi gören romanların beyazperde uyarlamaları büyük başarı kazandı. King Vidor’un “Günlük Ekmeğimiz” (1934), John Ford’un “Gazap Üzümleri” (1940) ve “Vadim O Kadar Yeşildi ki” (1941) depresyon sonrası Amerikan toplumundaki........
© Birgün
