Her Şeyin Hikâyesi: Kökler, kayıplar ve taşınan hayatlar
Uzunca bir süredir İstanbul’da yaşıyor olmaktan dolayı mutsuzum; “İstanbul’u 1453'te almışsınız ama hâlâ yerleşememişsiniz” diyen gezgini sık sık anarken, kentsel mi rantsal mı olduğundan hep şüphe ettiğim dönüşüm yüzünden kesilen ağaçlara, yok olan bahçelere, bir apartmandan ötekine sürülen kedilerin çilesine tanıklık etmek çok üzücü. Üstelik ben de bir yakadan diğer yakaya taşınma arefesindeyken.
Bu haftaki kitap yazımı Caddebostan’daki evimin balkonunda yazıyorum: Karşımda uzanan devasa çam ve çitlenbik ağacına, onların gölgesinde varlığını sürdüren meyve ağaçlarına veda ederken.
Ev kutularla, kolilerle dolu, birkaç güne buradan taşınıyorum; gönüllü bir gidiş değil bu, son sekiz yıldır yaşadığım mahalleden bir nevi sürgün ediliyorum. Karşımızdaki, sağımızdaki, solumuzdaki apartman derken kentsel dönüşüm bizim kapımızı da çaldı.
Deprem gerçeğiyle yaşayan İstanbul'da binaların güçlendirilmesine karşı çıkacak değilim elbette, ancak dönüşümün bolca betonla, kat sayısıyla, rantla tanımlandığı bir düzende yaşam alanlarımızdan yeşilin silinmesi içimi acıtıyor.
Diktiğim limon ağacını evlatlık verecek bir bahçe arıyorum; biliyorum ki burada kalırsa, iş makineleri ona bir inşaat atığı gibi davranacak. Tanıklık ettiğim pek çok dönüşümde ağaçlara canlıymış gibi davranıldığını hiç görmedim; yuvaları yıkılıp, çatıdan atılan martı yavrularını nasıl kurtardığım ise ayrı bir hikaye…
Yeni evimin arka bahçesindeki Malta eriği ağacı bana arkadaşlık edecek artık. Ancak geride bıraktığım çama, çitlenbiğe, henüz yeni palazlanan limon ağacıma hep üzüleceğim.
Böyle karmaşık ve duygusal bir zaman diliminde Richard Powers’ın Her Şeyin Hikâyesi (The Overstory) romanını okumam ise hayatın tuhaflıklarından biri.
İlk kez bir romanı bitirmeden üzerinde yazmayı deneyeceğim; 584 sayfalık romanda daha okumam gereken yüze yakın sayfa var. Ancak ağaçları sadece fon olarak değil bir karakter gibi ele alan bu roman, benim bir tür yas, vedalaşma, taşınma, unutmaya direniş, hatırlamaya tutunma diyebileceğim bu tuhaf sürecime eşlik edince, üzerine hemen yazmak istedim.
Richard Powers’ın Pulitzer ödüllü romanı Her Şeyin Hikâyesi, ağaçları ana karaktere dönüştüren devasa bir anlatı. Dokuz farklı insan karakterin yaşamı, ağaçlarla olan bağları üzerinden iç içe geçiyor ve sonunda doğaya yapılan büyük tahribata karşı bir direniş hikâyesine dönüşüyor.
En baştan şunu söylemeliyim romanı bir çevrecilik propagandası gibi okumak yanlış, en azından eksik olur. Bunun yerine doğaya ilişkin algımızı sarstığını, insan-merkezci bakış açısını sorgulattığını söyleyebilirim.
Richard Powers, “hikâyeyi insanlar değil de ağaçlar anlatsaydı nasıl olurdu” sorusuna yanıt arıyor bu romanda. Zaten hikâye anlatma hakkını insandan alıp doğaya, daha doğrusu ağaçlara devrediyor. Dalların titreyişinden köklerin sessizliğine, mantar ağlarının yer altı mesajlarından yaprakların güneşe dönük bekleyişine kadar her şey bir anlatı bu romanda.
İthaki Yayınları'nın Kıvanç Güney çevirisiyle yayımladığı roman 9 farklı insanın hikâyesi üzerinden ilerliyor ama bir biyografiler toplamı da değil. Karakterlerin her birini bir ağaca, bir yaprağa, bir köke dönüştürerek, hikâyelerini tekil değil, bir orman gibi iç içe geçiren roman, bize şunu söylüyor:
Doğa, sadece seyredebileceğiniz bir manzara değil, dönüşüme uğradığınız bir ilişkinin de kaynağı!
Daha ilk sayfalarında “İnsanların sorunu bu, kök sorunu. Hayat yanlarından akıp gider, görmezler. Şimdi, bir an sonra”, “Bir çimen yaprağı hiç de aşağı değildir usta işi yıldızlardan” gibi cümleleri ile okurunu içine çeken romanın ana karakterleri de birbirinden İlginç.
Romanın en başında tanıştığımız Nicholas Hoel, aile mirası ve bir kestane ağacı üzerinden bellek ve kayıp temalarına sürüklüyor bizi.
Ailesinden kalan yüz yıllık kestane ağacının ardı ardına çekilen fotoğrafları, onun için yalnızca bir sanat pratiği değil, aynı zamanda bir hafıza ritüeli. Bu ritüel sayesinde, kişisel trajedilerle dolu geçmişiyle bağ kuruyor, sanatıyla doğaya bir tür ağıt yakıyor.
Çinli bir göçmen ailenin kızı olarak, iki kültür arasında sıkışmış bir kimlikle büyüyen Mimi Ma, mühendis olsa da doğayla olan içsel bağıyla okurda çevresel bir farkındalık oluşturuyor. Mimi Ma’nın geleneksel bilgeliği temsil eden babasıyla arasındaki tek sağlam köprü bir ağaç. Göçmenlik, kültürel kimlik ve babadan kalan ağacın metaforuyla devreye giren Mimi Ma’yı doğayla kurduğu duygusal bağ dönüştürüyor.
Adam Appich, doğayı deney nesnesi gibi gören bir akademisyen. Psikoloji ile doğa arasındaki mesafeli ama sorgulayıcı yaklaşımıyla farklı bir ton sunuyor. Milgram İtaat Deneyleri, Stanford Hapishane Deneyi gibi hatırlamalar eşliğinde okuyacağınız bu karakter, grup dinamikleri, otoriteye uyum, iyi insanların nasıl kötü kararlara sürüklendiği gibi konularda epey düşünmenizi sağlayacak.
Ray Brinkman ve Dorothy Cazaly, yaşlı bir çift. Evlilikleri zaman içinde yıpranmış olsa da, evlerinin bahçesindeki bir ağaç, aralarındaki sessiz bağın sembolü. Onlar, doğayla yavaş ve sessiz bir bağ kuran karakterler.
Douglas Pavlicek, Vietnam gazisi. Paratrooper (hava indirme askeri) olarak görev yaparken kelimenin gerçek anlamıyla bir ağacın dalları arasında hayata tutunuyor. Doğayla ilk bilinçli temas anı, anne kucağı gibi. Ağaç, onu şiddetin içinden çekip alan, yeniden bağ kurabileceği, şefkatli bir varlık. Hayatı boyunca farklı işler yapıyor ama hep ormanlara geri dönüyor.
Neelay Mehta, Hint asıllı bir çocuk olarak Kaliforniya’da büyüyor. Küçük yaşta felç geçiriyor, bilgisayarlara olan ilgisiyle bir yazılım dâhisi oluyor, Doğayla zihinsel bağ kurması, teknoloji üzerinden doğaya yönelmesiyle öne çıkıyor. Doğaya olan sevgisini simülasyonlarla, dijital bir dünya aracılığıyla ifade ediyor.
Ve romanın 8’inci karakteri olarak tanıştığımız Patricia Westerford. Birazdan bu karakter için ayrı başlık açacağım; çünkü romanda da onun anlatısı diğerlerinden biraz daha geniş yer alıyor, hikayenin düşünsel omurgasını oluşturuyor.
Şimdilik işitme engelli bir botanikçi olduğunu ve ağaçların birbirleriyle iletişim kurduğunu keşfettiğini söylemekle yetineyim. Bir de akademinin onu önce dışladığını sonra itibarını iade ettiğini…
9’uncu karakter ise Olivia Vandergriff; genç bir öğrenci. Başta sıradan bir hayat sürerken bir elektrik kazası geçiriyor, “öldü” sanılırken mucizevi bir şekilde hayata dönüyor. Bu olaydan sonra ruhsal bir uyanış yaşıyor ve kendini doğaya adıyor.
Olivia’nın hikâyesi bazı bölümlerde Douglas, Mimi ya da Adam’la kesiştiği için bağımsız bir karakter olarak görülmediği oluyor. Ancak Olivia’nın hem Kökler bölümünde bireysel geçmişiyle yer alması hem de hem de roman boyunca özgün bir ses olarak varlığını sürdürmesi nedeniyle bu romanın ana karakter sayısının 8 değil, 9 olduğunu kabul ediyorum.
İşte bu karakterlerin hayatları ağaçlarla ve birbirleri ile kesişiyor.........
© Bianet
