Unutmanın estetiği, hatırlamanın siyaseti üzerine eleştirel bir yaklaşım
Cihan Ülsen'in "Unutmak, Hatırlamak, Anlatmak" başlıklı üçlü yazı dizisi, özellikle günümüz Türkiye'sinde geçmişle yüzleşmenin kişisel ve toplumsal düzeyde nasıl mümkün olabileceğine dair samimi ve yapıcı bir çaba içermektedir. Bu yönüyle yazarın çalışması değerli ve katkı sunucudur. Ancak söz konusu metinler, daha derin yapısal bağlamlara yer vererek güçlendirilebilir. Aşağıdaki değerlendirme, bu yazılara eleştirel bir bakış sunmayı, ancak bunu yaparken yazarın katkısına olan saygıyı da korumayı amaçlamaktadır.
Cihan Ülsen'in "Unutmak, Hatırlamak, Anlatmak" başlıklı üçlü yazı dizisi, hafıza, anlatı ve adalet ekseninde düşünsel bir zemin kurmaya çalışan önemli bir girişimdir. Ülsen, belleğin yalnızca bireysel bir hatırlama değil, toplumsal bir karşılaşma biçimi olduğunu savunarak etik, estetik ve politik boyutlarını ayrıştırmaya çalışır. Ancak bu metinler, belleğin tarihsel ve yapısal koşullarına, iktidar ilişkileri içindeki belirlenimine ve özellikle egemen sınıfların kurduğu hafıza rejimlerine dair daha derinlikli bir çözümleme sunmaktan uzaktır.
Bellek yalnızca etik bir çağrı değil, aynı zamanda siyasal ve maddi bir mücadele alanıdır. Bu anlamda Gramsci’nin hegemonya kuramı yol göstericidir: Toplumsal bellek, yalnızca devletin baskı araçlarıyla değil, kültürel üretim yoluyla, rıza oluşturarak şekillendirilir (Gramsci, 1971). Hafıza, bu bağlamda ideolojik bir işleve sahiptir; neyin hatırlanacağına, neyin unutulacağına dair kararlar sınıfsal bir çıkarın ifadesi hâline gelir. Ülsen’in metinlerinde bu sorunsal arka plan yeterince görünür değildir.
Paul Ricoeur’ün “hafızanın etik boyutu” vurgusu (Ricoeur, 2004) belleğin hakikatle ilişkisini önemserken, yapısal eşitsizliklere dayalı iktidar düzenlerini çoğunlukla göz ardı eder. Yine Pierre Nora'nın "lieux de mémoire" (hafıza mekânları) yaklaşımı da, hatırlamanın mekânsal temsillerini önemli kılar; ancak bu hafıza alanlarının hangi sınıflar tarafından, ne tür bir çıkar doğrultusunda kurulduğunu sorgulamazsak, belleğin ideolojik manipülasyonlara nasıl açıldığını anlayamayız (Nora, 1989).
Dolayısıyla Ülsen’in yazıları, hafızayı bir anlatı ve yüzleşme zemini olarak işlerken, onu aynı zamanda çatışmalı, maddi ve sınıfsal bir mücadele alanı olarak ele alma imkânını kaçırır. Bu durum, tartışmayı toplumsal mücadelelerden soyutlayarak, bireysel vicdan ve duyarlılık düzeyine indirger.
İlk makalede bellek, “etik bir rejim” olarak tanımlanır ve hatırlama, bireysel bir sorumluluk; unutmamak ise bir tür vicdani direniş biçimi olarak sunulur. Bu yaklaşım, belleği ahlaki düzleme yerleştirerek önemli bir hassasiyet sergilese de, hafızanın toplumsal ve yapısal üretim koşullarına dair kritik soruları cevapsız bırakır: Kim hatırlar? Kim unutturur? Hangi anlatı kamusal alanda meşru kabul edilir? Hangi travma dile gelmeden bastırılır?
Bellek yalnızca bireyin iç dünyasında gelişen bir duyumsama değil, siyasal iktidarın, kültürel hegemonik aygıtlar aracılığıyla şekillendirdiği bir toplumsal inşa sürecidir. Bu noktada Michel Foucault’nun “iktidar bilgi üretir” tezi (Foucault, 1980) hayati bir çerçeve sunar: Devlet ve egemen sınıflar, geçmişi yalnızca bastırmaz; aynı zamanda belirli biçimlerde yeniden kurgular, seçici unutmalarla hegemonik bellek rejimlerini kurar. Bugün Roboski (2011) ya da Cizre (2015) katliamlarının resmi anlatılarda sistematik biçimde dışlanması, tam da bu rejimlerin işlemesinin bir sonucudur. Bu örnekler, yalnızca birer “etik eksiklik” değil, sermaye-devlet ittifakının ürettiği yapısal sessizlik mekanizmalarıdır.
Achille Mbembe’nin “ölüm siyaseti” (necropolitics) kavramı da burada aydınlatıcıdır. Mbembe’ye göre modern devlet, hangi ölümlerin yas tutulmaya değer olduğu, hangilerinin sessizce unutulacağına dair karar vererek, belleği bizzat yönetir (Mbembe, 2003). Bu bağlamda, örneğin Sur’daki yıkımlar ya da faili meçhul cinayetler yalnızca “unutulmuş” değil; bilinçli olarak silinmiş, üzeri örtülmüş, hatta bazı durumlarda yeniden kodlanmış anlatılardır.
Bu nedenlerle, belleği yalnızca bir etik sorumluluk alanı olarak görmek, yapısal şiddet ilişkilerini görünmezleştirir. Oysa hatırlama eylemi, yalnızca bireysel bir vicdan yükümlülüğü değil, aynı zamanda iktidar ilişkileriyle hesaplaşmayı zorunlu kılan kolektif bir eylem hattıdır..
İkinci yazıda, anlatının bir tür estetik mimari olarak unutuşu şekillendirdiği savunulur. Ülsen, anlatıların biçimsel seçimleriyle neyin görünür kılındığına, neyin sessizlikle dışlandığına dikkat çeker. Gerçekten de her anlatı, bir seçme ve dışlama eylemi içerir; bu, Susan Sontag’ın da belirttiği gibi, her çerçevenin aynı zamanda bir “kapsam dışı bırakma” pratiği olmasıyla ilgilidir (Sontag, 2003). Fakat burada atlanan önemli bir nokta, estetik anlatının hangi sınıfsal, ideolojik ve maddi zeminlerde üretildiğidir. Çünkü estetik de toplumsal üretim ilişkilerinden azade bir alan değildir; sermaye, piyasa ve egemen kültürle sıkı sıkıya ilişkilidir.
Mehmed Uzun’un edebiyatı veya Bahoz gibi Kürt sinemasının ürünleri, kolektif travmayı görünür kılmak açısından kuşkusuz önemlidir. Ancak bu tür anlatılar çoğu zaman festival estetiğine sıkışır, “evrensel acı” söylemleriyle içeriksizleştirilir ya da estetik tüketim nesnelerine dönüştürülerek, politik içeriğinden arındırılır. Slavoj Žižek’in “estetikleşmiş acı” eleştirisi tam da bu noktada aydınlatıcıdır: Ona göre travma, temsil edildiği anda ehlileştirilir; görünürlük, aynı zamanda eylemsizliğe davetiye çıkarabilir (Žižek, 2008). Görselleştirilen acı, empati üzerinden kurulan bir tüketim biçimine indirgenebilir—seyircide vicdani bir sarsıntı yaratırken, politik bir harekete dönüşmeden buharlaşır.
Bu bağlamda Jacques Rancière’in “duyumsal rejim” (le partage du sensible) kavramı da kritiktir. Rancière’e göre sanat, duyusal olanın ne şekilde paylaşılacağını belirler; dolayısıyla estetik, doğrudan siyasal olanın alanını tanımlar (Rancière, 2004). Ancak egemen estetik biçimler, çoğu zaman yalnızca görünürlükle yetinir, yapısal şiddeti temsil edilebilir kılıp gerçek politik hesaplaşmanın önüne geçer.
Dolayısıyla estetik anlatılar, eğer sınıfsal-toplumsal bağlamlardan kopuk biçimde ele alınırsa, travmayı temsil etmekle kalır ama onunla mücadele edemez. Anlatı, görünürlüğün ötesinde, hangi maddi ve siyasal ilişkilere müdahil olduğuna göre değerlendirilmelidir.
Üçüncü yazıda, hatırlamanın politik bir rejim olarak birlikte yaşamanın yeniden inşasında oynadığı kurucu role vurgu yapılır. Bu yaklaşım, travmatik geçmişlerle yüzleşmenin siyasal bir süreç olduğunu teslim eder; ancak “hatırlama” fiilinin, birçok durumda egemen iktidar mekanizmalarının yönlendirdiği stratejik bir araca dönüşebileceği gerçeği yeterince irdelenmez. Kamusal hafızanın yeniden düzenlenmesi, çoğu zaman sadece geçmişin açığa çıkarılması değil, aynı zamanda bugünkü egemenlik ilişkilerinin yeniden tahkim edilmesidir.
Hakikat komisyonları, Güney Afrika, Arjantin ve Ruanda gibi örneklerle anılır; fakat bu komisyonların çoğu zaman gerçek failleri yargılamaktan çok, uluslararası prestij, iç barış ya da geçiş süreci pragmatizmi adına sembolik düzeyde işlediği unutulmamalıdır. Mahmood Mamdani’nin vurguladığı gibi, örneğin Uganda ve Ruanda’da geçiş dönemi adaleti çoğunlukla “mağdurları yatıştırmak” adına inşa edilirken, yapısal şiddet ilişkileri olduğu gibi korunmuştur (Mamdani, 2001). Benzer şekilde Güney Afrika’daki Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, apartheid rejimini kuran sermaye çevrelerini neredeyse hiç hesaba çekmemiştir. Adalet yalnızca anlatmakla değil, bu anlatının maddi karşılığının olup olmamasıyla ilgilidir. Tazminat, kamulaştırma, yapısal reformlar gibi maddi düzenlemeler olmadan hatırlama çoğu zaman sistemin kendini aklama biçimine dönüşür.
Bunun ötesinde, hatırlamanın kimin adına ve ne uğruna yapıldığı da kritik bir sorudur. Walter Benjamin’in “tarihin her belgesi aynı zamanda bir barbarlık belgesidir” uyarısı burada önemlidir (Benjamin, 2003). Hafızayı kuranlar, çoğu zaman güç........
© Bianet
